![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhO_Fq556vsLTvVcfpj9eEotaTlCj_Yj6gGdOWk3csNGl1Yix8XlHOPzrUmk07MuytmHmnnC5gqWIBFAse-zlyXrIyu_mJh8I5RsiBSmE0jvP7mL2d8bN_4mFlDb_NIfYnYDR1o_eSxxgc/s320/mu3.gif)
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0MqRBgle9BHmGiuI-0drCXvLd2vIEv7eE4dZYbSGSXFW2xDjv6F3iCucHHP5FZuIVt7lCLyf6tHdYELu1Iz-4hIcca27nT8aHjWyLvwJTT9T02Hnf68Oyc5aYJ8EwFz8TzRkd1tEcaNI/s1600/mu4.jpg)
2012 yılına dair ortaya atılan ve kaynağını Maya takviminden
alan bitiş ya da kimilerine göre başlangıç teorileri gündemdeyken, tarihin
derinliklerine gizlenmiş bir yok oluş hikâyesi paylaşmak istedim: Mu
Uygarlığı… Aslında birçoklarınca, tıpkı Atlantis gibi bir varsayım ya da efsane
olarak görülen bu uygarlık ilk olarak, hayatını bu araştırmaya adamış olan
Albay James Churchward tarafından konu edilmiştir. Gözü kara bir gezgin olan
Churchward, Hindistan’da bulduğu ve tarih öncesi çağlardan kalma Naakal
tabletlerini oradaki rahiplerden 2 senede öğrendiği Naga Maya dili ile tercüme
etmiştir. Buna göre Pasifik Okyanusu’nda, Asya kıtası ile Amerika kıtası
arasında ve Avustralya'nın iki katı büyüklüğünde bir kıta olduğunu anlatır.
Tabletler, farklı uygarlıklara ait piramit ve anıtlarda bulunan semboller, yazılı
belgeler, tarihi harabeler, jeolojik buluntular Grek, Hint, Babil, Pers, Mısır
ve Yukatan uygarlıklarının, son derece gelişmiş Mu Uygarlığı’nın közleri
olduğuna tanıklık etmektedirler. Churchward’a ve diğer teorisyenlere göre insanlığın
anayurdu olan Mu, günümüzden 50.000 yıl kadar önce 64.000.000 kişinin yaşadığı
bir uygarlığın beşiğiydi. Kayıtların bazıları, ilk insanın gizemli Mu
topraklarında nasıl yaratıldığını da tanımlamaktadır ve bu kayıtlar, dünyanın
her köşesinde bulunan yaratılış efsaneleriyle büyük benzerlikler
göstermektedir.
Elde edilen buluntular ve diğer araştırma sonuçlarına göre
karşımıza son derece ileri bir medeniyete sahip, coğrafi açıdan da muhteşem
güzellikte bir resim çıkıyor. Buna göre Mu, geniş düzlükleri ve bereketli
toprakları olan tropik bir kıtadır. Yüksek dağlar yoktur, topraklar büyük
akarsular ve dereler tarafından sulanır. Alçak boylu ve renkli çiçekli ağaçlar,
göz alabildiğince uzanan kumsallar ve palmiyeler vardır. Farklı türde
kelebekler, küçük ötücü kuşlar, ormanlarda dolaşan mamut ve filler ile birçok
canlıya ev sahipliği yapar. Kentlerde her tarafı örümcek ağları gibi saran
dümdüz, mermer yollar vardır. Üzerindekilere her tür refahı sunan uygarlık,
birbirinden ayrı fakat tek bir hükümet altında toplanan ‘on kabileden’ veya
‘halktan’ meydana gelmiştir. Nesiller
önce bir kral seçmişler ve isminin başına da ‘Ra’ ekini getirmişlerdir. Güneş
demek olan bu kelime, Tanrının bütün niteliklerini simgeleyen sembol olarak
kullanılmaktadır. Mu’da yaşayan herkesin dini aynıdır. Ruhun ölümsüzlüğüne ve
eninde sonunda geldiği ‘ulu kaynağa’
geri döndüğüne inanırlar. Mu halkı, gelişimlerini çok ilerletmiş, vahşilikten
uzak, aydınlanmış bireylerdir. Fiziksel olarak ise, duru beyaz veya buğday
tenli, yumuşak bakışlı, koyu renkli iri gözleri ve düz siyah saçlarıyla son
derece güzel insanlardır. Bunun dışında sarı, kahve ve siyah derili başka
ırklara mensup başka insanlarda vardır. Mu, dünya medeniyetinin, eğitimin,
ticaret ve alışverişin merkezidir. Zengin sınıflar, birçok mücevher ve kıymetli
taşlar takarlar, çok sayıda hizmetlinin eşliğinde etkileyici saraylarda
yaşarlardı. İşte gücün ve görkemin zirve noktasına ulaştığı sıralarda, Mu
toprakları büyük bir şok yaşar. Önce deprem ve volkanik patlamalarla sarsılır,
sonra okyanustan gelen yıkıcı dalgalar karaya hücum eder. Önce kentler, sonra
tüm doğa yerle bir olur. Araştırmacılara göre, arazinin düz olması sebebiyle
aşağı doğru akamayan lavlar üst üste birikerek koni şeklini almışlar ve daha
sonra volkanik kayalara dönüşmüşlerdir. Bu oluşum Pasifik Okyanusu’ndaki
adaların bazılarında görülebilir.
İşte tüm bu doğal felaketlerin bir araya gelmesiyle, Mu,
sular altına gömülür. Mağrur kentleri, tapınakları, sarayları, harika sanatları,
ilimleri ve her çeşit ustalığıyla birlikte tabi… Bunlardan kurtulabilen bir
avuç insan ise, her şeyin sıfırlandığı topraklarda ilkel bir şekilde
hayatlarını sürdürmeye çalışıp, sonra dünyanın başka yerlerine giderler.
Hikâyenin daha birçok detayı var elbette. Tüm bunlar, halen
Pasifik Okyanusu’nda var olan adalarda bulunan bazı anıtlardan, yazıtlardan,
başka topraklarda ve medeniyetlerde bulunan el yazmalarından yola çıkarak ortaya
atılmış. Hatta Darwin’in teorisine göre de Pasifik’teki bu adalar, sulara gömülmüş
bir kıtanın su yüzeyinde kalan bölgeleri imiş.
Eğer böyle bir medeniyet gerçekten var idiyse, neden yok
olmuş olabilir? Doğal felaketler yüzünden mi? Yoksa insan aklının almadığı mistik
sebeplerden mi?
Tibet Lhasa’da bir Budist Tapınağı’nda ünlü Alman arkeolog Heinrich
Schliemann tarafından bulunan ve tercüme edilen Lhasa belgesinde, Mu ülkesinin
yok oluş hikâyesi detaylıca anlatılır ve yine bu belgede yazdığına göre halkın
umutsuzca yalvarışlarına cevap veren
bilge Mu onlara der ki; “Küllerinizden
yeni uluslar doğacak ve üstünlüğün bir şeyler edinmekle değil, vermekle
kazanıldığını onlar da unutursa, başlarına aynı şeyler gelecek…”
Bütün bunlar birer efsane olarak kabul edilse bile, bilge
Mu’ya katılmamak mümkün değil. Sürekli
kendilerini besleyen ve sahip olduklarını dünyanın kalanıyla paylaşmayan
toplumlar her zaman felaketlerle olmasa da bir şekilde tükenmeye mahkûmlar.
Tarih bunun başka örnekleriyle de dolu. Sanırım, Mu Uygarlığı da bir süre sonra
bu tükenişi yaşadı.
Ben, 21 Aralık 2012’de veya sözü geçen farklı tarihlerde bir
yok oluş değil, aksine yeniden doğuş ve aydınlanma olacağına inananlardanım.
İşte bu aydınlanmaya giden yoldaki farkındalıklardan biri:
Paylaştığımız kadar varız…