17 Haziran 2010 Perşembe

FARKINDALIK

Şu ana kadar farkında olarak ya da olmayarak, kaç böceğin hayatına son verdiğimi hatırlamıyorum. Öyle bir farkında olmama hali ki bu, en büyük sıkıntı da burada başlıyor zaten.

Yüzlerce hatta binlerce canlı... Görmeden üzerlerine bastığım, bazen korkup terliği, gazeteyi yapıştırdığım, sırf yemeğimin etrafında dolaştı diye canına kastettiğim onca varlık. Varlık... Tıpkı benim gibi. Umurumda mıydı? Evet, bazen. Gitmelerine izin verdiğim de oldu tabi. Ne büyük lütuftu benim için o anlar... Ne de olsa evime, soframa, arabama, yatağıma izinsiz giren birer yabancıydılar. Haklıydım da kendimce, kendimi savunmakta. Ama öldürmek, ne kadar da kolayına kaçmaktı işin. Bir anda yok etmek. Tek bir vuruşla, bazen iki parmağın arasında yapılan ufak bir hamleyle.

Fiziksel bir boyut farkıydı oysa aramızdaki sadece. Onu değil de beni güçlü kılan. Hayatta rollerin ne çabuk değişebildiğini unutmuş olmalıydım sanırım. Savunmaya gücü olmayanı ezmek en kolayıydı. Yolumdan çekebilirdim ama ortadan kaldırmayı seçtim.

Onları çirkin bulmam da belki işleri kolaylaştırdı. Öyle ya, alışılagelmiş, acımasız estetik kalıplarımıza uymayan her şey, herkes çirkindir, iticidir, hatta bazen iğrençtir. Çirkin olandan korkulur, tedirgin olunur. Bir kelebeğe veya bir uğur böceğine zarar verdiğimi hatırlamıyorum hiç. Hayranlıkla seyretmişimdir sadece. İşte bu iki yüzlü tavrın, insanı önce kendine, sonra diğerlerine yabancılaştırdığını düşünürüm hep.

Hamam böcekleri, arılar, sinekler, örümcekler, karıncalar ve daha niceleri... Ne çok ceset bırakmıştım ardımda. Bir insanın hayatına son vermenin karşılığında en büyük cezanın alındığı insan toplumunda, rastgele attığım adımların altında ya da kimi zaman bilerek ve umursamadan ne çok hayatı yok ettiğimi uzun süre fark etmemiştim. Artık varlığımın, kendini en mükemmel haline dönüştürmesinde, farkındalığın önemli bir gelişme olduğunu biliyorum. Her yaz mutfağımda dolanan ve ıslak bir bezle silerek katledip lavaboya attığım karıncalar bu yıl yine geldiler. Şimdi, onlar için belli yerlere bıraktığım yiyecekleri alıp gidiyorlar. Böylece bütün tezgâha yayılmıyorlar. Birlikte yaşamayı öğrenmek o kadar da zor değilmiş galiba. Geçen gün suyun içinde debelenen bir karıncayı oradan kurtarıp kuru bir zemine koydum yavaşça. Bir süre seyrettim onu. Bize göre küçücük olan bedenini iyileştirmek, tekrar ayağa kalkmak için yarım saatten fazla bir süre uğraştı. İnce bacaklarıyla, anlayamadığım bir takım hareketler yaparak kendini onarmaya çalıştı. İşin en ilginci de yapabileceğim hiçbir şey olmamasıydı. Onun mikro dünyasına göre ben fazla kabaydım. Oysa yok etmek saliselerle ölçülürdü ama iyileştirmek için elimden gelen bir şey olamazdı. Kısa bir ara içeri gidip geldiğimde onu yerinde bulamayınca hissettiğim mutluluğun tarifi yok.

Bu bir itiraftan öte, bir af dilemedir. Bundan sonrası için daha duyarlı bir yola atılmış bir adımdır.

4 Haziran 2010 Cuma

VEFA BEKÇİSİ

Saatlerdir yoldaydım. İki gün önce gelen telefon sonrasında, hiç istemesem de, o şehre dönmek zorunda kalmıştım. Bu meseleyi çözmeliydim. Ne tuhaftı telefondaki kişinin sesi. Kadın mı yoksa erkek mi olduğunu anlayamamıştım. Soğuk ama kendinden emindi konuşması. Ne yapıp ne edip numaramı bulmuş, beni haberdar etmişti. Dediğine göre çocukluğumun geçtiği evde, akşam karanlığı çöktükten sonra bir ışık beliriyormuş. Cılız, tıpkı bir mumun ışığı gibi... Evsizlerin işi olduğunu düşünüp, öfkelendim onu dinlerken. Aylardır satmaya, kurtulmaya çalıştığım bu ev bakalım daha ne işler çıkaracaktı başıma. Tam teşekkür edip biraz daha bilgi alacaktım ki, karşı tarafın çoktan kapatmış olduğunu fark ettim.

Şehrin tabelası göründü uzaktan. Yorgun ve isteksizdim. Buraya dair her şeyi silmiştim. On yedi yaşımda evden çıkıp gittiğimden bu yana hiç gelmemiştim. Paraya ihtiyacım olmasa onca yolu çekmezdim bile. Telefondakinin dediğine göre gündüzleri evde hiçbir hareket yokmuş. Sadece akşamları, biri ya da birilerinin varlığından şüphelendiğini söylemişti.

O heybetli, sarı evin önüne geldiğimde şöyle bir durdum. Güzeldi, kesinlikle çok güzel. Zaman bozamamıştı. Kocaman pencereleri, önündeki erguvanlar, küçük havuzu, bahçesindeki onlarca çeşit ağacıyla hâlâ hatırladığım gibiydi. Kapıya yöneldim. Yıllardır elime almadığım o anahtarı sokup açtım. Açmamla birlikte ahşap kirişten ufak bir parça ayaklarımın dibine düştü. Aldırmadım. Loştu içerisi. Kapalı kalmış birkaç panjur vardı. Kanatlarının elimde kalma ihtimalini düşünürken, şaşırtıcı bir biçimde açmakta zorlandım. Giren gün ışığıyla birlikte aydınlandı ev. İki katlıydı. Çok yüksek tavanları vardı. Sağlı sollu toplam dört oda ve bir mutfak alt katta, üç oda da üstteydi. Çok az eşya bırakmıştık burada. Üzerleri örtülmüş eski bir koltuk takımı, birkaç yatak, eski tencereler ve bana ait ders kitapları. Bir zamanlar asılı çerçevelerin duvarlardaki izleri hâlâ duruyordu. Tüm çocukluğumun geçtiği, hatta babamın büyüdüğü, onun da tüm ailesinin bir zamanlar yaşadığı bu ev, benim için anılarıyla birlikte kapısının gerisinde kalmıştı. Zaten hep şu an ve sonrası olmuştu hayatımda. Fotoğraflara bile bakmayı sevmezdim hiç. Ne de olsa geçmiş, geçmiş demekti.

Telefondaki sesin söyledikleri geldi aklıma. Kim nasıl girebilecekti ki buraya. Arka bahçeye açılan kapıyı kontrol ettim. Mümkün değildi. Orayı yıllar önce demir parmaklıklarla kapattırmıştı babam. Ona göre, dışarıdan gelebilecek her tür tehlike, kaynakları kontrol altında tutulursa, önlenebilirdi. Ön kapının kilitleri ise oynanmış olsaydı bunu fark ederdim zaten. Pencerelere hiç dokunulmadığı tozundan anlaşılıyordu. Tüm odaları gezdim. Üst kata da iyice baktım. Bir insanın yaşadığına veyahut buraya geldiğine dair iz bulamadım. Beni arayan kişi, belki de yanılmıştı. Ama yine de emin olmak için geceyi beklemeliydim. Evden çıktım. Tam karşıda ufak bir restorana oturdum. Sipariş verdim. Gelen garsona, şehrin ne kadar değişmiş olduğunu söyledim. Oysa beni zerre kadar ilgilendirmiyordu. Değişmeyenler sadece, bu cadde üzerinde aynı sırada yer alan üç eski sarı evdi. Şehri koruyan koca burçlar gibiydiler. Belki de dünyanın bilinmeyen bir geçmişine açılan kapılar gibi. Bir şeyleri anlatmak, hatırlatmak istercesine ayakta kalan üç yapı. Ama o farklıydı diğerlerinden. Yaşıyordu hâlâ. Tazeydi yüzü. Diğerleri gibi yorgun değildi. Direndikçe yenilenmişti. Besleniyor gibiydi bir yerden. Çok eskilerde bir Macar Prensi’nin ailesiyle birlikte burada uzun yıllar yaşadığını anlatmışlardı. Tarihi ile ilgili başka bilgim yoktu. Merak da etmemiştim zaten. Yıllardır bu evi hiç düşünmediğimi fark ettim. Oysa ki geçmişime ait o kadar çok anı vardı ki burada. Ama sevmezdim ben hatırlamayı, hatırlatmayı da.

Bir an önce ayrılmak istedim şehirden. Akşam bu işi çözmeliydim. Garsonu çağırdım.

- Affedersiniz... Karşıdaki evle ilgili birkaç şey sormak istiyordum da.

- Buyurun beyefendi. Çok bilgim yok ama yardımcı olayım.

- Bu evi satılığa çıkaran kişi benim. Hiç tuhaf bir şeyler gördüğünüz oldu mu? Yani eve giren birileri oluyor mu hiç? Özellikle akşam saatleri.

- Öğleden sonraları burada oluyorum. Aslında her akşam eve dönerken önünden geçiyorum. Her zaman ki gibi duruyor öyle işte. Yazları bahçe demirlerine tırmanıp düşen çocuklardan başka, farklı hiçbir şey görmedim, dedi hafifçe gülümseyerek.

- Hiç ışık falan?...

- Hayır beyefendi, hiç.

- Teşekkürler... Hesabı alayım.

Kafam karışmıştı. Eve doğru yürümeye başladım. Hava kararıyordu. Arabama uğrayıp fener ve çakımı aldım. Her kim buraya gelip kalıyorsa, ondan önce girmeliydim. Kapıyı açıp, yavaş adımlarla ön cephedeki odalardan birine geçtim. Işık yakamazdım. Bir koltuğa oturup karanlıkta sessizce bekledim. Bütün gün araba kullanmanın verdiği yorgunlukla gözlerimi kapadım. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Karşı odadan gelen, güçlükle duyulan müzik sesiyle gözlerimi açtım. Ayakkabılarımı çıkardım. Gürültü yapmamaya çalışarak oraya doğru yürüdüm. Gördüğüm manzaranın etkisiyle olduğum yerde kaldım. Oda, tıpkı çocukluğumdaki gibiydi. Dario Moreno’nun, babamın en sevdiği şarkısı çalıyordu, Rüya gördüğümü sandım bir an... Ama değildi. Odayı aydınlatan, bir mum ışığıydı sadece. Yine de her ayrıntının seçilmesine yetiyordu. Diğer odalara da bakmaya başladım telaşla. Evet, hepsi o yıllardaki eşyalarımızla doluydu. Halılar, tablolar, biblolar, vazolar, çarşaflar, yastıklar, viski şişeleri, o büyük masa ve diğerleri. Yatak odasında ters duran kırık sütun başı da oradaydı. Makyaj masasının önünde bir tabure gibi dururdu. Annemin üzerine oturup süslendiği o sütun başı… Her gün okuldan dönünce koltuğun üzerine fırlattığım, üzerinde lacivert bir gemi olan kırmızı hırkam… Her şey, o günlerdeki yerindeydi.

Tek farkı hiç kimsenin olmamasıydı. Benim dışımda... Şaşkınlık içindeydim. Salona çıktım tekrar. Tüm odaların açık kapılarından mum ışığı süzülüyordu hâlâ. Bunun nasıl bir şaka olduğunu ve kimin yaptığını anlamalıydım. Üst kata doğru süzülen bir karaltı gördüğümü sandım. Karar vermem uzun sürmedi. Merakım kaygılarımı bastırıyordu. Yukarıya doğru yöneldim. Uzun koyu renkli bir pelerini vardı. Başında kapüşonu olduğunu seçebiliyordum. Üst katı da mumlar aydınlatıyordu. Kimdi bu? Arkası dönük olduğundan yüzünü göremiyordum. Tuhaf ki, içimde bir korku yoktu. Tedirgindim biraz. Tanıdığım, bildiğim bir şeylerin enerjisi yayılıyordu ondan. Bir süre öyle kaldık. Ani bir hareketle bana doğru döndü. Yoktu yüzü.... Sonra babam oldu yüzü, derken kardeşim ve bu evde yaşamış herkes oldu sırayla. Hatırlamadığım yüzler de geçti o kara boşluktan. Her bir görüntüyle birlikte adeta beynim sarsılıyordu. Geçmişime dair sildiğimi zannettiğim her detay, büyük bir acı vererek yerine oturuyordu. Sonra yine boşaldı yüzü. –Nihayet gelebildin, dedi. Bu sesi tanıyordum. Telefondaki o cinsiyetsiz ses... Ürperdiğimi hissettim. Her yanım titriyordu. Bana yavaş yavaş yaklaştığını hissediyordum. Olduğum yerde kalakalmıştım.

Son bir hamleyle aşağıya doğru inmeye başladım. Arkama bakamıyordum bile. Ana kapının önüne geldim. Açılmıyordu. Anahtarımı soktum. Hayır, açmıyordu. Ellerim terlemişti. Pencerelere doğru koştum. Tüm panjurlar kapalıydı. Sanki yıllardır açılmamışçasına serttiler. Her birini açmak için tüm gücümü harcadım. Nafileydi. Bu evin mutfağında kurduğumuz kapanlara kısılan fareler geldi aklıma ve onların boş çırpınışları. Soğuk bir nefes hissediyordum arkamda. Pelerininin hışırtısını duydum ve dönüp son bir kez daha, o olmayan yüze baktım. Hızlı bir hamleyle pelerini kaldırdı ve aldı beni karanlığının içine. Direnecek ne hâlim, ne de isteğim vardı artık. Bıraktım kendimi anılarla dolu gövdesine. Bir kasırganın içindeydim. Etrafım, hızla geçen yüzlerce ruh ile sarılmıştı. Yüzlerini seçemiyor, sadece tahmin ediyordum. Yırtık fotoğraflar bedenime düşüyor, değdikleri yerleri dağlıyordu. Kasırganın rüzgârı, içimdeki boşluğu yalıyor, geçtiği çeperlerin her hücresinde akıl almaz bir hüzün yaratıyordu. Duyduğum acı ise tarifsizdi. Daha ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum. Kasırganın içinde dönüp duran kırık parçalardan kendimi korumaya çalışıyor, bir yandan da tutunacak bir şeyler arıyordum. Her şey, herkes, bana yardım edemeyecek kadar silikti. Tıpkı benim onları ardımda bıraktığım şekilde. Anlıyordum artık, neden burada olduğumu.

Birden sıcacık bir şey hissettim. Hemen sonra, büyükannemin gözleriyle karşılaştım. Her daim hoşgörüyle gülümseyen, bilen gözleriyle. Onu ne çok özlediğimi fark ettim o an. Akan yaşlar, kasırgayı yavaş yavaş dağıtmaya başladı. Hıçkırıklarım arttıkça etrafım aydınlandı. Dönüp duran diğer yüzler sakinleşti. Onları seçebiliyordum artık. Çok eskiden hatırladığım neşeli bir ritimle salınmaya başladılar hafifçe. Hepsine teker teker gülümsedim, onlar da bana.

Birden o sesi yine duydum yine. Unutmuştum onun bedeninde olduğumu. İlk kez yumuşaktı sesi.

- Affettin kendini. Hadi git artık.

7 Şubat 2008 / Ankara

23 Mart 2010/Ankara


Resim: Dilara Bulman

ALTIN KURBAĞA


Yıl 1989. Sessizce avluya girdi... Ortadaki havuzun etrafında dolaştı. Durdu... Burası olmalıydı. İzler burada bitiyordu. Loş bir ışık vardı, pencerelerden süzülen. Uzun arka bacaklarını iyice gerdi. Yorulmuştu. Etrafına baktı. Birileri yaşıyordu bu evde. Ortalıkta bırakılmış tabaklar, şişeler, giysiler... Mevsimler boyunca izlemişti onu. O kadar çabuk kayboluyordu ki, nihayet bir yerde yakaladığına hem sevinmiş hem de şaşırmıştı. Suya baktı. Zıplayıp havuza dalmak istedi bir an... Ama artık kendisi gibi olmadığını fark etti. O her neyse, her kimse, artık o olmak istiyordu.
Serindi hava. Gecenin karanlığında, baykuşlar öterken çıktı merdivenleri. Sımsıkı kapalı, oymalı ahşap kapının altındaki ince boşluktan tüm esnekliğiyle sıyrıldı geçti. Her yere, hiç kimse fark etmeksizin hep girmişti zaten. Bazense, sinsice dolaşmıştı birilerinin hayatlarında. Dilediği zaman kendini gizleme konusunda oldukça ustaydı. Ama şu anda yaptığı farklıydı. İlk kez, iradesi dışında bir şeye sürüklenmişti. Ahşap merdivenleri zıplayarak geçti. İnsan kokuları sinmişti her yere. Farklı kapıların ardından sızan kokular ve oralarda uyuyan farklı insanlar. Bol baharatlı şehirlerde, çöp dağlarının arasında, kırların taç yapraklı hazinelerinde, özleri birbirine karışmış meyve sepetlerinde veya alımlı kadınların tenleriyle birleşip amber olmuş parfümlerinin genzine dolduğu zamanlarda bile onu hep seçip bulmuştu. Soldaki odaya yöneldi. Aralıktı kapı. Her yeri kaplamıştı. Öyle uzun zamandır izliyordu ki onu, artık belli belirsiz bir rengi de oluşmuştu. Bu eflatun huzmeyi geçtiği yollarda, başka kokular arasında biraz da bu sayede kaybetmemişti. Kapının aralığından gelen kadarı bile, kendini kaybetmesine yetiyordu. İçeri girdi usulca. Üzerinden tüller sarkan bir yatakta yoğunlaşıyordu koku. Sıçradı oraya, uzattı boynunu. Baktı... Yolun sonuna gelmişken ne yapması gerektiğini bilemedi. Vardığında ne olacağını, ne yapacağını hiç düşünmemişti. Kaldı öylece. Oradaydı sadece. Yıllardır izini sürdüğü, karşısındaydı nihayet. Yaklaştı yanına. Derin derin içine çekti... Kocaman oldu sarı göğsü, o ezeli kokunun dolmasıyla. İçinden hiç çıkmamasını istedi. Kendi varlığının farkına varıyordu keyifle. Biraz daha yaklaştı. Kaynağa gelmiş olmasına rağmen içine çekmeye ve ona çekilmeye devam ediyordu. Durdu. Bu bir insan bedeniydi. Ama nasıl olabilir diye düşündü. Onca ülke, onca varlık görmüştü. Dünyaya ait olanları bilirdi. Onlar ne olurlarsa olsunlar mutlaka tamamlanamamışlığın izlerini taşırlardı. Bir mühür gibi, bazen bedenlerinde, bazen ruhlarında görürdü bunu. Oysa bu varlık, her şeydi. Başlangıç ve bitiş, iyi ve kötü, olan ve olmayan. Ani bir hamleyle ama hafifçe üzerine atladı. Temasıyla birlikte hissettiği huzur onu bir an sersemletti. Nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Karnı olmalıydı burası. Beyaz, şeffaf kumaşın kayganlığında yürümesi bazen zorlaşsa da ilerliyordu. Yüzüne doğru gitmeliydi. Bir bilge, gözlerde gizlidir cevapların çoğu derdi. Görmeliydi onları. Bu gece karşılaşmalıydı onlarla. Devam etti yürümeye. Bir an, üzerinde yürüdüğü beden hafifçe titredi. Onu uyandırma korkusuyla durdu. Etrafına baktı. Karın üzerini örttüğü bahar dalları canlandı gözünde. Ne imkânsız, ne eşsiz bir görüntüydü. Hem bahar hem de kış... Bir süre öylece kaldı bu bahçede. Sonra kendisinin cılız görünen bacaklarına, koca ayaklarına baktı. Bedenini kullanmayı, onun işlevlerini ruhunun yolu ile bütünleştirmeyi başarmıştı uzun zaman önce. Ama artık bu bedeni taşımaktan yorulmuştu.

-Hey sen, ne yapıyorsun orada öyle?

Düşüncelere dalmışken sesle irkildi birden. Karşısında iki koca göz, ona korkudan uzak bir merakla bakıyordu. Uzun, mor saçları örülüp bir taç gibi başının üstünde toplanmış, yüzünün beyazlığı içinde hiç bilmediği ormanları andıran gözleri ve pembe ağzıyla oradaydı işte.
Kız, uzun ince parmaklarıyla, yatağın tüllerini bir kenara çekti zarifçe. Sonra yineledi;
- Sana soruyorum, kimsin ve ne yapıyorsun burada?
- Ben… Ben sadece, sadece arıyordum.

Kaşlarını kaldırıp baktı kız. Süzdü iyice onu. Sonra sanki tanışma aşaması halledilmiş gibi devam etti;

- Altın renginde bir kurbağa. Nasıl göz alıcı, nasıl kusursuz. Yine de bilinmeli ki, sindirilemeyen görkem kendini zehirler.
- Öyle bir durumda olduğumu sanmıyorum. Sen kimsin peki? Diye sordu kurbağa.

Bir süre cevap vermedi kız. Yüksek yatağın kenarına doğru oturarak, ayaklarını sallandırdı öylece. Sanki aşağıda bir deniz varmışçasına suyun izleri ayak hareketlerinde görülebiliyordu. Sonra;

- Dinlemek istiyorum seni, dedi, elini uzatarak.

Kucağına zıpladı. Sol ön bacağını kızın parmaklarından birinin üzerine koydu. Bir süre öylece kaldılar. Evin karanlık bahçesinde sanki gün doğmuş gibi ışıklar süzüldü içeri. Bir esinti, spiraller çizerek yüzlerini yaladı her ikisinin de. Ve sonra kesildi her şey. Kalan, başından beri duyduğu huzurdu yine. Sessizliği, kızın sesi bozdu.

- Uzun bir yol kat etmişsin. Gözlerin çok şey görmüş, yüreğin de öyle. Biliyorsun değil mi, kendine çağırdığın her olayı ve serüveni, kim olduğunu deneyimlemek için yaratırsın.
- Haklısın, dedi kurbağa. Sanırım bunu bildiğim için dayanma gücü buluyorum kendimde.
- Doğru.
- Soruma cevap vermedin. Sen kimsin ve neden yanındayken böyle huzurluyum? Neden her şeyin cevabını bildiğini hissediyorum? Bu bir yanılgı mı yoksa?
- Hayır… Aslında bildiğim her şeyi sen de biliyorsun. Yanımda bunları daha kolay hatırlıyorsun. Hatırladıkların dışında başka gerçek yoktur. Yüreğinin derinlerinden gelen sesin sana söyledikleri dışında her şey yanılsamadır.
- Peki ama o ses kim?
- Sensin. Mutlak olanın parçası olan sen. Sadece o sesi dinlemiş olsan, sana kendinden daha iyi kılavuz olmadığını anlayacaksın.
- Ama kapıldığım akıntıda bunu yapmak her zaman kolay olmuyor. Ölümlü bedenimin ihtiyaçları ile başa çıkmayı bile yeni yeni öğreniyorum.
- Evet, ölümlü olan bedenin… Sen değilsin. Yine de burada bu bedenle olmanın bir amacı var. Ve sen bunu gayet iyi biliyorsun. Bu amaç, her hücrende bir şifre gibi duruyor. Bir gün hepsi çözülecek.
Kısa bir süre hiç konuşmadılar. Bu arada onu süzen kız;
- Ne güzel bir rengin var dedi.
- Evet, bunu çok kez duydum. Yine de bu, zehrimin etkisini azaltmıyor. Onunla burada bulunan herkesi bir anda öldürebileceğimi biliyorsun değil mi?
Kız, biliyorum dercesine başını salladı ve;
- Bu senin yaradılışın. Ağı oluşturan dengelerden sadece bir tanesi. Sen böyle olmasaydın her şey başka olurdu.
- Başka canlıları yiyerek var olmak beni mutsuz ediyor ama buna karşı koyamıyorum. Üstelik yediğim karıncalardan aldıklarımla bu zehri yapıyor, sonra da onu bir silah olarak kullanıyorum. Ben bu değilim. Bu olmamalıyım.
- Biri sana zarar vermezse bunu kullanmazsın değil mi?
- Elbette. Neden yapayım ki bunu.
- Kendini yargılamaya ihtiyacın yok. Minik vücudun içinde, senin savunma sistemin de bu. Ama bir gün olur şu an sahip olduğun bedeninle yapabileceklerinin sonuna gelirsin. Artık onun yapısı, amacına hizmet etmemeye başlar. Ve…
Kurbağa gülümsedi;
- Gerisini biliyorum sanırım.
- Herkes her şeyi bilir. Bazıları görmezden gelir. Sen ise, farkındalığının arttığı ve buna kendini kapatmadığın bir durumdasın. Hiçbir yaşam formunu yok etmeden yaşama isteğin, bunun bir kanıtı.
- Evet. Bu benim doğam da olsa artık böyle yaşamayı seçmeyeceğim.
- Kararlarını sen verirsin. En güzel yanı da bu. Kimse seni seçimlerinden dolayı eleştiremez ve bu oyunda asla kaybedemezsin.
- Bundan pek emin değilim. Öyle yalnız ve çaresiz zamanlarım oldu ki. Öyle büyük yıkımlar gördüm ki. İnsanların hem kendilerine, hem de diğerlerine nasıl acımasız olabildiklerini biliyorum. Karanlıklarda kaldım, bir tek ışık görmeden. Yürüdüm sadece. Bazen burada olmayı, kendime verilmiş bir ceza gibi düşündüm.
- Ne yaşadıysan sen seçtin. Bunu sakın unutma. Her şeyi, en mükemmel haline ulaşmak için yaşadın. Ve en önemlisi, kimse seni cezalandırmadı, cezalandırmayacak da.
Kurbağa, kıza baktı. Gözlerinde huzur, haz ve ışık vardı. Söylediklerinin gerçek olduğunu biliyordu.
- Beni ayakta tutan bir şey vardı dedi kurbağa. Sanki sonsuz mutluluğu veya onun bu dünyadaki yansımalarını deneyimleyeceğim anları önceden hissediyordum hep. Bu bana umut ve güç veriyordu. Her şey sanki olup bitmişti de bana onları seçip yaşamak kalmıştı. Bütün parçalar önüme dökülmüştü, yerlerine koymaya çalışıyordum ama resim bir türlü bitmiyordu. Yine de tamamlanmamış bir şeyler oluyordu hep.
- Tamamlanacak, dedi sakince. Tamamlanana kadar da yolda olacaksın.

Kız yatağa uzandı tekrar. İnce uzun parmaklarıyla havaya görünmez şekiller çizmeye başladı. Yavaş yavaş, uzaklardan gelen bir müzik sardı odayı. Melodisi, içinin boşluklarına değdikçe önce hafif bir sızı, hemen sonrasındaysa bir yaraya sürülen merhemin verdiği rahatlamayı hissettiriyordu. Kızın ağzından müziğe eşlik eden sözler dökülmeye başladı. Daha önce hiç duymadığı bir dildi bu;
- Ahura,kesatiyomna. Juhdumlo dipsulmi mem.
Sözlerin tamamlanmasıyla açık pencereden içeri, eflatun renkli, kendisinin yarı boyunda, şeffaf kanatları ve saydam vücutları olan, uçuşan varlıklar girdi. Ufacık olmalarına rağmen, hareket ederlerken arkalarında kendilerinin renginde yoğun bir iz bırakıyorlar, bu iz, bir çizgi halindeyken birden dağılıyor, etrafı kaplayan bir dumana dönüşüyordu. Renk artık tüm odayı sarmıştı. Hep istediği yerde olduğunu düşündü. Daha ötesinin de olduğunu hissediyordu. Kızdan uzaklaştı yavaşça. Uçan varlıklar etrafını sarmışlardı. Hep birlikte, az önceki melodiyi ve sözleri tekrarlıyorlardı. Onlar tekrarladıkça, zehir, derisinin üzerine çıkmaya başladı. Açık yeşil, duru bir sıvıydı. Havayla uzun süre temas ederse etkisini yitirirdi. Fazla bekleyemezdi. Son bir kez kıza baktı. Şefkati gördü bu defa. Varlığına minnet duydu ve hızlı bir hamleyle dilini kendi derisi üzerinde gezdirip ağzına götürdü. İlk hissettiği, zamanın olmayışıydı. Sonrasında ise her anda ve her yerdeydi.

Yıl 1989’du. Altın kurbağalar Dünya’da bir daha hiç görülmediler.
7 Nisan 2010/Ankara