24 Mart 2016 Perşembe

BATIL İNANÇLAR: BAYKUŞ

7 milyarı aşan nüfusuyla gezegenimiz her gün türlü acayipliğe sahne oluyor. Tarihler boyu süren garip inançlarımızsa bugün dahi hayatımızın içinde.
Hadi oturup azıcık mantıklı düşünelim. Batıl nedir? Açıp da sözlüğe baktığımızda boş, saçma, yanlış gibi karşılıklar buluruz. Hal böyle olmasına karşın bu koca nüfusun çoğu halen batıl inançlarla yaşıyor. Kuşaktan kuşağa bu denli azimle geçen bir şey de görülmüş değil.
Baykuşlar da batıl inanç kurbanlarından biri olmuştur. Son yıllarda herkesin boynunda, kulağında, parmağında, tişörtünde, evinde, yatağında-yastığında bir baykuş furyasıdır gidiyor. İyi de şimdi mi aklımıza geldi bu sevgili baykuşlar. Çağlar boyunca demediğimizi bırakmadık oysa. Mesela mı?
Şimdi, derler ki, gece baykuş ötmesi duyarsanız yandınız. Kötüye işarettir. Ses soldan geliyorsa hepten fena. Mantığı nedir? Belli değil.
Devam edelim. Baykuş eğer çatınıza tünemişse, o evden bir cenaze çıkacaktır. Bu artık fenadan fena. Ya da bir evin başında baykuş öttüyse, o evden hayır gelmez. Evin etrafında üç kez döndüyse orada illa ki bir yıkım olur.
Hayır yani, hayvanı öyle uğursuz bellemişiz ki, biri bir konuda olumsuz uyarıda bulunduğunda bile ‘baykuşluk yapma’ diyoruz o denli... Leş yiyici akbabalar bile bu kadar hor görülmedi yani. Ama hepsinin bir temeli var elbet.
Babiller, gece gece öten baykuşun sesinin, çocuğunu doğururken ölen bir annenin çığlığı olduğuna inanmışlar. Eski Mısırlılarda baykuş ölüm kuşu olarak görülmüş. Hiyerogliflerde baykuş hep karanlığı, sessizliği ve ölümü temsil etmiş. Nice sonra ortaya çıkan Romalılar da bu inanca kapılmış. Uğursuzluğu savuşturacağız diye, abartıp baykuşları yakmışlar. Dar görüşlülüğün zirve yaptığı bu dönemde, nehirlere bolca baykuş külü savrulmuş. Bu hayvanın ölüler diyarından geldiğine inanmışlar. Öyle ki, Sezar bile ölmeden hemen önce baykuş sesi duyduğunu söylemiş. Velhasıl Romalılar bu aslı astarı olmayan inançlarını bugünün Avrupa’sına da taşımayı başarmışlar. Ama ulaşamadıkları kuzey ülkelerde baykuş hep uğurlu sayılmış.
Eski Yunan’da ise, zeka, sanat ve strateji Tanrıçası Athena'nın sembolü kabul edilmiş. Hatta Yunanlılar, baykuşların kendilerini koruduklarına inanmışlar. Ordularının üzerinden bir baykuş geçse zafer müjdesi olarak yorumlamışlar. Niteliklerini tanrısal kabul ettikleri bu kuşu her yerde bulundurmuşlar. Yani arada kıymeti bilinmiş neyse ki…
Evet, doğruya doğru. Baykuşların insanları ürküten tarafları var. Bir kere ilginç bir yüze sahip. Geceleri sessizce dolaşmasına rağmen, arada ürpertici ötüşüyle hepimizin birazcık da olsa tırstığı gerçektir. Ama zaten insanoğlu karanlıktan ve doğanın o saatte çıkardığı seslerden oldum olası çekinmiştir. Ayrıca bu kuş doğası gereği geceleri avlanır. Bu onu esrarengiz yapmaz. Şeytanla antin kuntin işler çevirdiği anlamına gelmez.  Ne yapsın, aç mı kalsın. Şu güne kadar da insanlara hiçbir zararı görülmemiştir. Tersine, kemirgen, böcek, kurbağa, kertenkele falan yiyip ekolojik döngüye yarar sağlar.
Kukumav, puhu, alaca, peçeli, kulaklı gibi 130’u aşkın çeşidi var baykuşların. 
Harry Potter’ınkini de unutmayalım. Onun adı da kar baykuşu. Hepsi birbirinden orijinal.

Bırakalım bu kendi halinde kuşlarla uğraşmayı.  İlla ki bir batıl inanç yükleyeceksek, onları bilge, zeki ve ağırbaşlı olarak sembolize etmenin kimseye zararı dokunmaz herhalde… 

9 Şubat 2016 Salı

BATIL İNANÇLAR KARA KEDİ

KARA KEDİ


Biraz batıl inançları didikleyeyim dedim. Hemen akla tabi ki kara kedi geldi.  Hani şu, insanların görünce yolunu çevirdiği…  Gördüm ki zavallı kedicik batıl inançlardan neler çekmiş.
Sırf tüylerinin rengi siyah diye bu işten fazlaca nasibini almış. Kara kedi uğursuzluğu, en yaygın batıl inançlar arasında. Oysa ki M.Ö 3000’lerde Mısırlılar onu baş tacı etmişler. Duvar kabartmalarından anlaşıldığı üzere kedi kutsaldır. Kedileri hastalık ve ölümden korumak için kanunlar bile çıkarmışlar. Öyle ki, Eski Mısır’da bir kedinin ölümüne yol açtıysanız, kafanızın uçması garantiydi. Ona göre yani…
Mısır’da evlerde her renk kedi beslenirmiş.  Kedi ölünce de aile de bir yas havası…  Ölüsü hemen  mumyalanır, hatta mezarının yanına değerli taşlar konulurmuş. Kahramanımız kara kedinin dişi olanı ise bu topraklarda tanrıça olarak kabul edilmişti. Hey gidi günler…
Düşünüyorum da, niye bu kadar çok etkilendiler acaba kedilerden? Belki yüksek yerlerden düşünce hep dört ayakları üstüne bastıkları için. Belki de asil ve gizemli duruşları yüzünden.
Kedilerin bu el üstünde tutulma durumları, özellikle doğu ülkelerinde uzun yıllar sürer. Çin’de, Hindistan’da falan... Ama bu saltanatın bir sonu olacaktı elbet. Ne zaman mı? Tabi ki karanlık Ortaçağ’da.
Hristiyanlık, kendinden önceki inançları yok etmeye kararlıydı. Kediler de kutsaldı ya, kesinlikle ortadan kaldırılmalıydı. Zaten iyice çoğalmışlardı son yıllarda. Kafasına göre hareket eden, inatçı, sinsi hayvanlardı onlar. Bir de dokuz canlıydılar. Karanlık güçlerle işbirliği mi yapıyorlardı yoksa?
İnanca göre, kendini şeytana satanın ruhu aslında kara kediye geçiyordu. İşte kara kedi o noktada kötücül eylemlerine başlıyordu. Bu yüzden kara kediyi görünce herkes başına bir iş geleceğine inandı. Ya da kedinin bir kötülük yapacağına… Cahillik parayla değil ya.
O yıllarda Avrupa cadılığa takıntılı durumdaydı. Kara kedi, kara büyü ile ilişkilendirilmiş, kedi besleyen her kadın da potansiyel cadı oluvermişti. Bu kara kedilerin cadıların iş ortağı olduğu, birlikte büyüler falan yaptıkları iddia edildi. Hatta kara kedilerin gece şeytana dönüştüğüyle ilgili öyküler anlatıldı. Akıl ve mantıktan uzak her beyin buna cidden inandı.
Tabi, konu iyice yaygınlaşıp artık herkesi titretir hale gelince, bu kadıncağızlar kedileriyle birlikte yakılmaya başlandı. Her ay binlercesi öldürüldü. Ta ki, Fransa kralı 13. Louis’ye kadar. Kendisi bu toplu paranoyaya bir son verdi. Teşekkürler 13. Louis.
Günümüzde bile, insanlar bir kara kedi ile karşılaştıklarında o gün başlarına olumsuz bir şey geleceğine inanıyorlar. Yanından geçmemek için yollarını değiştiriyorlar. Yediden yetmişe birçok insan bunu yapıyor. Üstelik niye yaptıklarını bilmeden. Oysa kimse, beyaz, gri ya da sarı bir kediye böyle davranmıyor. Onları pamuğum, sütlacım, sarmanım diye mıncıklıyorlar hatta.
Neyse ki kara kediler hep kötü görülmüyor. Gemiciler uzun yolculuklarında yanlarına bir kara kedi alırlarmış. Bu kedinin onlara iyi şans ve bolluk sağlayacağına inanırlarmış.
Japonya, İngiltere ve İrlanda, İskoçya gibi kimi ülkelerde ise kara kedilerin şans ve mutluluk getirdiğine inanılıyor.
Peki dünyanın en zengin kedisinin bir kara kedi olduğundan haberiniz var mı? Tommaso isimli kara kediye sahibi ölünce tam 13 milyon dolar bırakmış. Bu da kara kedinin kendi şansı olsa gerek.

Lafın kısası, yolda giderken bir kara kedi gördüyseniz, yolunuzu değiştirmeyin. Gidin sevin onu. Su, yiyecek filan verin. Simsiyah parlak tüylerinin bir fotoğrafını çekip, sosyal medyada paylaşın hatta. Rengi kara diye karanlık tarafta değil o. İyi beslenin, spor yapın, sağlıklı düşünün. İnanmayın böyle hurafelere… 

8 Şubat 2016 Pazartesi

TABULAR

EVLİLİK ÜZERİNE TABULAR


 ‘Benim bazı tabularım var’, o konu bizim için tabu’, ‘tabularını aşmalısın’, ‘toplumun tabuları beni boğuyor’ gibi cümleleri hepimiz ya duyduk ya kullandık.
Dünya tarihini günümüze dek bir virüs gibi saran tabu kavramı nedir peki? Duruma göre kutsal ya da kirlenmiş anlamında kullanılıyor tabu kelimesi. Kendi içinde çelişen bir zıt anlamlılık söz konusu. Tabuların akıl almazlığı aslında burada sinyallerini veriyor ya neyse.
Gezegende varlığını sürdüren milyonlarca tabu var. Bazıları dudak uçuklatan cinsten. Ülkemizdeyse en yaygın olanlar genelde cinsellik ve evlilik etrafında yoğunlaşıyor. Toplumca bir türlü oturtamadığımız konular yani.
Evlilikle ilgili tabulara bakalım biraz. Evlilik kurumun temelinin, insanlık tarihinden önce başladığını biliyor muydunuz? Özü tek eşliliğe dayanan evliliği, ilk olarak kuşlar başlatmış. Zaten kuş türlerinin çoğu tek eşli. Angut kuşu, kuğu, kel kartal, albatros ve daha pek çoğu…
Neyse, konumuza gelelim. Evlilikle ilgili hayret, vay be, yuh, bu da olur mu dedirtecek birçok acayip tabu var dünyada. Tabulardan kaynaklı adetlerin bir kısmını öğrendikten sonra oturup şükredeceğinize eminim.
Türklerin ataları, Hunlar, Göktürkler ve Uygurlarda erkek çocukların, babaları ölünce, varsa üvey anneleriyle evlenmeleri gerekiyordu. Birçok gencin, muhtemelen istemediği bir birlikteliğe sürüklenmesi kutsal bir görev sayılmıştı.
Kadın mal olarak görülmekten bir türlü kurtulamadı şu dünyada. Tabularla bu hepten desteklendi. Eskimolarda bir erkeğin eşini, bir arkadaşına mevsimlik olarak ödünç verebilmesi gayet normal sayılmıştır. “Ah, sevgili dostum, sana bu kış için iki at bir de karımı veriyorum, hayrını gör emi”. Neyse ki geçici. İyi tarafından bakalım değil mi?
Avustralya’da yaşayan Dieriler de bir alem. Karısı istese de istemese de kocası onu bir akrabasına ödünç verebiliyor. Dierilerin ilginç tabuları bununla sınırlı değil zaten. Ölen akrabalarının vücutlarının yağlı kısımlarını da afiyetle yiyorlarmış.
Şimdi biz, evimize gelen misafire ne sunarız? Çay, kahve, pasta, belki güzel bir yemek, hoş bir sohbet… Ama bunlar nedir ki? Biz de kendimizi misafirperver bilirdik. Bazı ilkel kabileler tabuları aşmak yerine kendilerini aşmışlar. Evin reisi, gelen misafirlere, karısını ya da kızını sunarmış. Bu, konuğa saygı belirtisiymiş. Hele bir kabul etme. Hem haneye, hem de o kadına hakaret etmiş sayılıyorsun. Doğru ya, kaçımız ev sahibine, bu yemek berbat olmuş, lütfen kaldırın önümden’ diyebildik ki. Bunu da böyle düşünün artık.
‘Ayrılsak da beraberiz’ kulağa çok romantik geliyor değil mi? Bazı kültürlerin tabularını öğrendikçe, ‘ayrılınca görüşmeyelim’ diyesimiz geliyor. Tabi bunlar, kadının kocasına bağlılığı üzerine kurulmuş. Hindistan’da, Yeni Gine’de, Fiji’de ve daha birçok yerde, koca ölünce onun arkasından karısının da gitmesi gerekirmiş. Öteki hayatında da hizmet edecek ya ona. O açıdan yani.  E bu nasıl oluyor? Ölen erkeğin ardından karısının boğazlanması ya da diri diri yakılarak öldürülmesi ile… Hiçbirini istemezseniz intihar seçeneği var. Böylece iki seven diğer boyutta kavuşup, kaldıkları yerden devam ediyorlar. Neyse ki bu uygulama artık yok.
Şimdi artık dünya evlilik yemininde ne diyor? Ölüm bizi ayırana kadar. İşte bu! Gayet belirli süreli bir durum. Herkes memnun. Şaka bir yana ruhlar istediği boyutta buluşsun. Ama tabularla evlilik içi dengeleri belirlemenin alemi yok. Zaten alanı belli bir kurumu tuhaf zorlamalarla iyice daraltmasaydık hiç fena olmazdı galiba…

Tabuları aşmak, onları bilmekle başlar. Bir arkadaşımın dediği gibi, tabuların hepsi tabuta..

26 Kasım 2015 Perşembe

FAS

MAĞRİP’İN RENKLİ MOZAİĞİ: FAS

Bir gün yolunuz Fas’a düşerse, Afrika gibi sapsarı bir coğrafyayı, kültürün  nasıl rengarenk hale getirdiğini görebilirsiniz. 
Şaşırtıcı, gizemli,sıcak ve egzotik bir ülke burası... 

Berberiler’in atası kabul edilen Amazigh adında bir halkın varlığıyla başlayan Fas tarihi, Roma, Bizans, Emevi, İdrisi, Arap, Berberi gibi farklı birçok medeniyetin hakimiyetiyle ve etkisiyle şekillenmiş. Daha ilerleyen dönemlerde Avrupa nüfuzu başlar ve Fas, Fransız sömürgesi dönemine girer. Tüm bu istilalar, yönetim değişiklikleri Fas’ı geçmişte yormuş olsa da, bugünlere zengin bir kültür bırakmış. Farklılıklara rağmen yan yana yaşayabilmeyi öğrenmişler.  Ama ülkedeki kültürel çeşitlilik, asla birbirin
in içine geçmemiş. Mimari, dekorasyon ve renkler belki de bu yüzden bu kadar keskin ve çarpıcı.

Mağrip, batı anlamına geliyor. Bu Afrika’nın belli bir kısmı için kullanılan bir tanımlama. Tunus, Cezayir, Batı Sahra gibi Kuzey Batı Afrika ülkeleri Mağrip ülkeleri olarak anılıyor. Fas ise, en uzak batıdaki ülke...

Kültürel alt yapısı gibi, coğrafyası da ilginç. Yollar boyunca ilerlerken yüksek dağlar göreceksiniz. Atlas Dağları, tüm heybetiyle Fas’ın büyük kısmında kendini gösteriyor. Çoğunlukla çöl görmeyi beklerken şaşırmaya şimdiden başlıyorsunuz. Çünkü dağlık bölge, yeşilliği ve ağaçları da beraberinde getiriyor.  Ardıç, meşe, sedir görüyoruz buralarda. Ovalara ininceyse, zeytin ve sakız ağaçlarıyla karşılaşıyoruz.

Ülkenin resmi dili Arapça aslında. Devlet dairelerinde ise Fransızca kullanılıyor. Sokaklarda ise çeşit çeşit dil… Faslı küçük bir kız çocuğu anadili gibi Fransızca konuşurken, Berberiler pek bilinmeyen bambaşka dillerde anlaşıyorlar. Kuzey kesimlerde İspanyolca’ya da rastlanıyor. İngilizce ve burada yaşayan Avrupalıların da dilleri derken tam bir karmaşa yaşanacak diye düşünüyorsunuz. Ama öyle olmuyor. Farklılıklara rağmen iletişim kolayca yürüyor.

Fas’ın en büyük şehirleri, Rabat ve Kazablanka. Bunların yanı sıra 37 ayrı vilayet daha var.

Yıl içerisinde Fas’ın farklı yerlerinde pek çok farklı festival ve etkinlik düzenleniyor. Müzik (caz, tasavvuf, klasik, etnik…),  sinema, kitap, sanat, hoşgörü, Berberi kültürü, mutfak, bahçe sanatı, meyvecilik,  golf, ralli, maraton, gibi başlıklardan ilginizi çekenlere katılmanız mümkün.

 Rabat: Atlas Okyanusu kenarında bir başkent

Palmiyeleri, kalesi, tarihî ve görkemli binalarıyla şık bir şehir. Fas’ın geneline göre modern bir yaşam sürüyor halk. Kral VI. Muhammed’in sarayı da burada. Beyazlı mavili binalardan oluşan dar sokaklar şehri süslüyor. Ayrıca Rabat, sörf meraklılarının da uğrak noktası olmuş.

Kazablanka:

‘Kazablanka’ filmiyle dünyanın ismen tanıdığı bu yer, Fas’ın en büyük şehri. Adı, ‘beyaz ev’ anlamına geliyor.  Şehrin genelinde otantik bir hava hissetmeniz pek mümkün olmayacak. Bir liman şehri olmasından ötürü, ülkenin en önemli ticaret merkezi. Kazablanka, Fransız sömürgesi döneminde ünlü bir Fransız mimar tarafından yeniden düzenlenmiş. O yüzden eski ve yeni bir arada. Limanın hemen yanında şehrin eski surlarıyla çevrelenmiş eski bir pazar var. Ancienne Medina’da türlü türlü şeyler satılmakta. Quartier Habous ise yeni çarşı olmasına rağmen çok daha zengin ürüne sahip ve otantik.
Kazablanka da Atlas Okyanusu kıyısında. La Corniche adı verilen uzun bir sahil şeridi var. Burada pek çok restoran, cafe ve bar bulunuyor. Okyanusun dalgalarını seyre dalmak için keyifli bir yer.  
Ama bu şehrin en göze çarpan yapısı, okyanusun doldurulan kısmına inşa edilmiş olan II. Hasan Camii… Fas Kralı II.Hasan’ın 1989’daki 60.doğum gününe yetiştirmek için yapımına başlanmış. Binlerce işçinin gece gündüz çalışmasına rağmen ancak 1993’te tamamlanmış. İçi ve dış meydanı ile birlikte aynı anda burada 105 bin kişi namaz kılabiliyor. Mekke’den sonra dünyanın en büyük  ikinci camisi. Dikdörtgen minaresi ise tam 210 metre yüksekliğinde.
Kazablanka’dan ayrılmadan, Rick’s Cafe’ye uğramak gerek. Kazablanka fimindeki kafenin aynısı olan işletmede ünlü parça ‘As Time Goes By’ı dinleyin derim.


Binbir gece masallarının içinde bir şehir: Marakeş

Benim gibi Kazablanka’dan sonra Marakeş’e geçerseniz, aradaki fark sizi de etkileyecektir. Marakeş Fas’ın ilk başkenti aslında. Arap mimarisinin  çarpıcı örnekleri, çölün kızıl kumuyla kendini iyice göstermiş. Her yer renkli, her yer canlı, herkes telaşlı. Berberiler hariç. Akıp giden Marakeş yaşamının içinde kapüşonlu pelerinleriyle zamanın içinde durmuş gibiler. Tarih boyunca oldukları gibi yani bildikleri gibi yaşıyorlar.  
Şehrin sokaklarında kaybolanlar için Koutoubia Cami’nin dev minaresi bir rehber olacaktır. 12. Yüzyılda yapılmış bu cami Marakeş’le bütünleşmiş. Dar El Makhzen (Kraliyet Sarayı), El Badi Sarayı, Bahia Sarayı da görülmeye değer yapılar.
Marakeş’e geldiğinizde uzaklardan bir yerlerden vurmalı çalgıların seslerini duyacaksınız. O sesleri takip ederseniz, kendinizi Djemaa El Fna yani Kıyamet Meydanı’nda bulursunuz. Kıyamet kelimesi herkesin toplandığı yer anlamında kullanılmış. İşte şehrin ruhunu yakalayacağınız yer. Gizem, büyü, geçmiş, gelecek ve yaşam. Hepsi burada. Gece ayrı, gündüz ayrı bir çehresi var meydanın. Yerel halktan müzisyenler, müziğiyle sepetinden kobra çıkaranlar, etnik dansçılar, şempanzeli adamlar, meyve suyu satıcıları, at arabaları, falcılar… Hepsi bu meydanda. Bir yandan tütsü kokuları geliyor, bir yandan açıkta yapılan ızgara etlerin kokusu… Onca farklı ses ve koku sizi yormuyor, aksine bu akış içinde sizin de ruhunuz Marakeş’le bir oluyor. Meydanın arkasındaki Souk adı verilen eski çarşı, alışveriş için ilk adres olmalı. Fas’ın kültürel yapısına ait her tür obje, giysi ve ürünü bulabilirsiniz. Ara sokaklardaki antikacılarda olağanüstü parçalarla karşılaşabilirsiniz. Para biriminin ‘dirhem’ olduğu Fas’ta sıkı pazarlık etmeyi sakın unutmayın. Bu şehrin görülmesi gereken bir diğer yeri de Jardin Majorelle. 13 dönümlük kocaman bir botanik bahçe burası. Yüzyıl kadar önce Fransız sanatçı Jaacques Majorelle dizayn etmiş. Fas mimarisiyle harmanlanan bahçe, gerçekten göz alıcı. Marakeş, daha pek çok özelliğiyle hafızalardan kolay silinmeyecek bir yer.

Fas’ı yaşamak için Fes’e uğrayın…

Berberilerin geleneğine göre ülke, başkentinin adıyla adlandırılırmış. Bir zamanlar Fas Sultanlığı’nın başkenti olan Fes, ülkeye ismini de vermiş. Tıpkı Marakeş’in de başkent olduğu dönemlerde, Fas’ın Morocco olarak anılması gibi. Fes, ülkenin tüm tipik özelliklerini taşıyor. Arap şehri olduğu için mutfağında Endülüs tarzı baskın. Şehri ikiye bölen uzun surlar ve camiiler hemen göze çarpıyor. Surların içinde kalan kısım Eski Şehir, diğer adıyla Medina. Medina’nın birçok kapısı var. Onlardan birinden içeri girin ve dar sokaklarda kaybolun.


Dünyanın En Büyük Sıcak Çölü: Sahra

9 milyon km2 lik dev bir çöl burası. Bu alan içerisinde Fas’ın da toprakları yer alıyor. Sahra, bir başkalık katıyor Fas’a. Devasa kum tepeleri, sarı bir okyanus gibi kum dalgaları, serin çöl gecelerinde dokunabilecekmişsiniz gibi görünen yıldızlarıyla uçsuz bucaksız Sahra… Çölün her kum taneciği size hayatın gelip geçiciliğini anımsatıyor. Ve bu yüzden yaşamlarımızın kıymetini....
Çöl yaşamının sertliğini biraz olsun deneyimlemek isteyenler, gündüz deve üzerinde yolculuk yapıp, akşam Berberi çadırlarında konaklayabiliyor. Fas’ın ruhunu anlayabilmek için bu özel ve mistik bir deneyim.

Fas Mutfağı:

Daha çok Arap yemeklerinin tadını hissedeceğiniz bu mutfak, Fransız, İspanyol ve İtalyan mutfaklarından da etkilenmiş. Hatta İranlıların da katkısı olmuş. Böylece egzotik ve ilginç bir mutfak ortaya çıkmış. Bu arada, Fas’ta ciddi bir meyve ve taze meyve suyu tüketimi var. Bu çok güzel alışkanlık, ülkenin hemen her yerinde karşınıza çıkıyor. Ayrıca taze sebzelerin bolluğu ve çeşitliliği de göze çarpıyor. Pek çok meze bunlarla hazırlanıyor.

 Dört adet temel ve özel yemekle tanışıyoruz burada:

Harira çorbası: Et suyu, mercimek, domates ve nohut ile yapılıyor. Sebze suları ve baharat takviyesiyle de iyice lezzetleniyor. Enerji veren ve tok tutan bir yemek.

Tajin (Tagine):
Tajin aslında bir pişirme tekniği. Temel malzemesi, et, tavuk, balık, köfte ya da sebze olabiliyor. Pek çok restoranda rastlayacağınız, kapağı huni şeklinde güveç kaplarda ve yavaş yavaş pişiriliyor. Ana malzemelerden birine uygun düşecek sebzelerle ve tabi ki baharatlarla destekleniyor. Tajinde kombinasyonlar çeşit çeşit. Ayvalı ve bamyalı kuzu etini tajin tekniğiyle deneyin mutlaka.

Kuskus (Couscous):

Aslında kuskusu biz de iyi biliyoruz. Ancak buradakiler boyut olarak oldukça küçük. Zaten böylesi makbulmüş.  Birçok tahılın inceltilmesi ile yapılıyor kuskus. Pişirilirken de üzerine et, tavuk, sebze ilave ediliyor.

Pastilla:

Daha çok bayramlar ve özel günlerde yapılıyor. İncecik yufkanın içine tavuk, güvercin ve iç pilav konuluyor. Aslında bir tür börek de diyebileceğimiz pastillanın iç pilavında ise çekilmiş badem, kuru üzüm, tarçın, bal ve maydanoz var. Yani hem tatlı hem tuzlu bir yemek.

Bunların yanı sıra pek çok ilginç yemeğe ve tatlıya da rastlayacaksınız. Farklı tatların karışımlarına meraklı olanlar için renkli bir mutfak Fas.

Marakeş sokaklarında salyangoz çorbası satanlar göreceksiniz. Seviyorsanız ayaküstü yemeden geçmeyin.  

Tatlılara gelince..,  Chebakia bir hamur tatlısı. Mayalı hamura baharatlarla lezzetlendirilip kızartılmasıyla yapılıyor. Üzerine de şerbeti dökülüyor.

Tatlılardan biri de sellou... Denemek isteyenler için tarifi şöyle:

Sellou
Malzemeler (8 kişilik):

* 2.5 su bardağı un
* 2 su bardağı çiğ badem
* 1 su bardağı çiğ susam
* 1/2 su bardağı bal
* 1 su bardağı pudra şekeri
* 3/4 su bardağı erimiş tereyağı
* 1 tatlı kaşığı anason
* 1 tatlı kaşığı tarçın
* Üzerine; pudra şekeri ve badem

Hazırlanışı: Fırınınızı 180 derecede ısıtın. Unu geniş bir fırın kabına koyun ve 5 dakikada bir karıştırarak 40 dakika rengi koyulaşana kadar kavurun. Yapışmayan tavada, badem, susam ve anasonu 20 dakika, kısık ateşte kavurun. Kavrulan karışımdan 1 çay bardağı ayırın ve kalanı mutfak robotunda un gibi öğütün. Öğüttüğünüz karışıma, irice dövdüğünüz kalan bademli karışımı, tarçını, pudra şekerini, fırınladığınız unu, bal ve tereyağını karıştırın, elinizle yoğurun. Arzu ettiğiniz bir kaseye bastırarak yerleştirin. Ters çevirin, badem ve pudra şekeri serperek servis edin.


Bunları da Yapmadan Dönmeyin:


  • Fes’teki Medina Çarşısı’nda dünyaca ünlü Fes porselenlerinin  atölyelerini görmeden,
  • Essaouira şehrindeki özel tasarımlı kafelerinde nane çayı içmeden,
  • Chefchouen şehrinde, İspanya Yahudilerinin, Tanrı’nın ve cennetin rengi dedikleri maviye boyadıkları evleri görmeden,
    • Fas’ın geleneksel rengarenk babouche (babuş) larını denemeden…
  • Fas’a özgü argan ağaçlarından yapılan organik ürünlerden almadan,
  • Evde tajin denemek için orijinal güveç kabı almadan,
  • Kuskusun kuru üzümlü ve tarçınlısını yemeden,
  • Berberilerin kapüşonlu pelerinlerinden satın alıp, sokakları öyle gezmeden,
  • La Corniche sahilinde (Kazablanka) gün batımını seyretmeden,
  • UNESCO Dünya Listesinde olan Volubilis arkeolojik alanını görmeden,
  • Evlenmeyi konu alan Imilchil Moussem festivaline katılmadan,
  • Atlas dağlarının doğu tarafındaki muhteşem Todgha Gorge kanyonunu görmeden,
  • Cebelitarık kıyısında yer alan Tanca şehrini gezmeden…

23 Ekim 2015 Cuma

BİS Dine&Live

MÜZİKLE TATLANAN YEMEKLER: BİS Dine&Live

Birkaç yıl önce Beyrut seyahatimde bir mekana gitmiştim. Şık, ferah ve büyük kapasiteli bu yer, hem masalarda güzel bir akşam yemeği sunuyor, hem de sahnede farklı müzik performanslarını dinleme olanağı sağlıyor. Böylece tüm akşamı ve geceyi, dolu dolu olarak tek bir yerde keyifle geçirebiliyorsunuz.  İşte orada düşünmüştüm, Türkiye’de bu konseptin tam olarak sunulamadığını… Yemek sırasında canlı müzik ( jazz, klasik fasıl, pop…) dinleyebildiğimiz elbette birçok yer var.  Ama bu konseptteki farklılık, müziklerin konser boyutunda sahne performansları olması. Ankara, yakın bir zamanda, bu yılın Nisan ayında, ilk kez bunu tam anlamıyla başarabilen bir mekana kavuştu.

Bilkent’te, Bilkent Station kompleksi içinde yer alıyor BİS. Öğlen 12 den gece 2 ye kadar hizmet veriyor. Girdiğim anda ilk hoşuma giden, yüksek tavanı oldu.  Doğru yerde büyük bir sahne, karşısında 14 metrelik gösterişli bir bar ve ortada masalar… Barın arkasında neredeyse tavana kadar yükselen raflar var. Kitaplar ve çeşitli objelerle dolu bu raflar, mekanın modern tarzına sıcaklık katmış. Bir de bahçe var tabi. Geniş bir alanda, dikey bahçe düzenlemesi ile konforlu, ferah ve yeşil bir ortam yaratılmış. Bu arada, bahçedeyken dahi içerideki müziği sanki yanınızda çalıyormuş gibi dinlemeniz mümkün.

Restoranın 260 kişilik bir kapasitesi var. Açık mutfak düzeni yapılmış. Her zevke hitap edebilecek alternatifleri olan bir menü. Pardon ‘’repertuar’’.... Özellikle bu kelimeyi kullanıyorlar. Çünkü burada her şey müzik üzerine kurulu. Aperatif sepetlerinde kullanılan ve üzerinde şarkı notaları bulunan servis kağıtlarına bayıldım. Hatta bazı yiyeceklerin isimleri bile müzik çağrışımlı. Mesela, Mi Diyez (midye), Hot Do (sosisli sandviç), Maestro Kalamar…  BİS mutfağının başlangıçları çok çeşitli. Midye dolma, halka kalamar, kıvrak patates, ve kıtır soğandan oluşan koro adlı bir tabakları var mesela. En güzeli, tüm bunlar dondurulmuş değil. Midyeler de Bodrum’dan getirtiliyormuş. Otlarla lezzetlendirilmiş taş fırın pidesiyle sunulan esnaf köftesi mutlaka tadılmalı. Yiyeceklerde kullandıkları eşlikçi sosların neredeyse tamamını kendileri hazırlıyor. Dijon hardal ve türüf yağlı sosuyla  dana carpaccioları nefis. İtalyanların lora benzeyen burrata peynirleriyle yapılan aperatif de hafif yiyecekler sevenler için zevkli bir atıştırmacalık. Kaburgalı sandviç de atllanmaması gereken bir tat. Burger severleri tatmin edecek seçenekler de var tabi. Ben 3’lü mini burgerlerden denedim. Bu burgerler müşterilerin kendi seçecekleri malzemelerle hazırlanabilliyor.  Aynı şekilde makarnalar da… 64 ayrı kombinasyon oluşturmak mümkün. Herkesin damak tadına göre şekillendirebildiği bu uygulamayı seviyorum. Makarnalar demişken,  tavuklu tagliatelle, kestane ve porçini mantarı ile hazırlanıyor. Somonlusu ve bifteklisi de var. Risotto, lazanya ve mantı gibi çeşitler de menü de yerini almış. Pizzalar incecik.  Farklı malzemelerle kombinasyonlar denenmiş. Mesela, pastırma, kabak, dereotu ve mozzerellalı pizza gayet hoş bir seçim olabilir. Ana yemeklerde, 4-5 saatte pişirilen antrikot, 20 saat çözeltide bekletilip kısık ateşte sunulan tavuk göğsü,  dana ve kuzu bonfile ikilemesi (taze ıspanak ve keçi peyniriyle) ve meyvemsi aromalarla desteklenen kuzu kontrfile gibi seçenekler, gurme tatlar arayanları oldukça memnun edecek…  Portakal soslu levrek, karides gibi deniz ürünleri de var. Somonu çok tercih etmeyen biri olarak, bu balığı bu kadar severek yiyeceğimi hiç düşünmezdim. Üstü çıtır çıtır, içi yumuşacık. Taze otlarla da lezzetlendirilmiş. Yanında gelen limonlu sos harika. Tatlılardan primadonnayı denedim. Bildiğimiz calzonenin içinde nutella ve mascarpone var. Üzerinde de hafif bir pudra şekeri. Oldukça iyi… BİS’in yenilerinden unsuz çikolatalı kek de favoriler arasında olacak gibi görünüyor.  Unutmadan ekleyeyim, öğlenleri çeşitli  kombinlerle  öğlen menüleri seçeneği var. 23.00 ten itibaren kapanışa kadar gece menüsü devreye giriyor. Kumru sandviç, midye, kokoreç, hot dog, burger  ve elbetteki çorba… 

Siz tüm bunların tadına bakarken sahne devam ediyor bir yandan…  Konser alanı 400 kişilik. Ses ve ışık sistemi çok iyi. Her gün bir ya da birkaç program var. Kimi zaman piyano akşamı, kimi zaman rock, kimi zaman pop, kimi zaman akustik… Pazarları jazz keyfi… Ama hep, müziğin, müzisyenin en kaliteli hali. Usta müzisyenlerle gerçekleşen jam sessionlar ise mekanın en sevilenlerinden. Hatta bu performanslara, ben de kendime güveniyorum diyen müşteriler de sahnede eşlik edebiliyor. Profesyonellerle çalmanın keyfi müthiş olsa gerek.
Şimdiye de BİS’te pek çok şarkıcı ya da grup sahne almış. Fatih Erkoç, Kenan Doğulu, Emre Aydın, Gripin, Manga, Janusz  Szprot Jazz Trio, Meltem Ege, Özge Fışkın, Cem Aksel, Cansu Tanrıkulu, Cengiz Kaçan, Bora Uzer,  Sibe Köse, Dave Allen, Ayhan Sicimoğlu&Latin All Stars, Neşet Ruacan, Ece Göksu, İmer Demirer Quartet, Ülkü Aybala Sunat, Yavuz Akyazıcı, İzgi,  Duygu Soylu, Slang, High Five, Replay, Play, Poi… Gece 02.00 ye kadar program sürüyor.
Genç, coşkulu ve güler yüzlü bir ekibe sahip BİS. Bu zaten başarının yarısı…
Çok uzun soluklu olmasını dilediğim bir mekan. Ankara’nın yeme-içme ve eğlence hayatına önemli anlamda eşik atlatacağı kesin…

Adres:  Üniversiteliler Mah. 1597. Cd. No: 3 (Bilkent Station)
Tel: 0 3122661247



13 Nisan 2015 Pazartesi

BALIKÇI RÜZGARI



BAŞKENTE GELEN DENİZ ESİNTİSİ: BALIKÇI RÜZGARI By Enver

Uzun yıllar önce tanışmıştım Enver Apaydın bey ile... Deniz ürünlerinin hazırlanışı ve sunumu hakkındaki bilgisi, işine olan aşkı ve herşeyden önce sürekli güleryüzü ve samimiyeti ile hatırımda kaldı. İdareciliğini yaptığı restoranlara her gittiğimde candan bir arkadaş olarak karşıladı. Tıpkı diğer tüm konuklarına yaptığı gibi. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında güzel bir haber aldım. Enver bey, ortağı Sezer Bilgin ile artık kendi restoranının başına geçmişti. Balıkçı Rüzgarı ile böyle tanıştım.

Enver bey yaklaşık 40, Sezer bey de 30 yıldır bu sektörün içindeymiş. Durum böyle olunca yılların tecrübesini artık kendi restoranlarına aktarmak istemişler.

Sıcacık ama ince detaylarla dolu bir mekan burası. Tam bir balıkçı rüzgarı... Özenle hazırlanmış herşey. Geniş, ferah bir ön cephe alanı, iç mekanda girişte mezelerle balıkların yeraldığı kısım ve üst katta daha sakin, şömineli bir salon... Şömine karşısına konulan koltuklar, yemek sonrası ateşin karşısında sohbete devam etmek isteyenler için. Mekan, kullanım alanları açısından oldukça verimli değerlendirilmiş. Yaklaşık 350 konuğu ağırlamak mümkün. Üst kattaki VIP kısmı, iş yemekleri veya özel toplantılar için ideal.

Tecrübeli ekipleriyle önemli bir fark yaratıyorlar. Hergün taze olarak sunulan 40 çeşit mezeleri var. Makedon biber hariç, mezelerin tüm içeriğini kendileri hazırlıyorlar. Otlar Ege'den özel geliyor. Balıkları ise 7-8 ayrı balık noktasından temin ediyorlar. Mersin, İzmir, Sinop, Samsun, Bartın gibi yerlerden hergün taze balık yağıyor buraya. Hardal soslu levrek marin, acılı hamsi, avakadolu hardal soslu karides, tütsüde yapılan uskumru çiroz, hellimin kavrulmasıyla hazırlanan bir meze, şevketibostan, sekiz çeşit peynir kullanılan girit mezesi, zeytinyağlı narlı orkinoz, köpoğlu, enginar kalbi ve daha pek çok çeşit... Ege ezmesini, ege otları, ceviz, domates kurusu, biber, brokoli ve levrek ile hazırlıyorlar. Otların içinde turp otu, hardal otu, radika, ebe gömeci ve şevketi bostan var. Peynir, kalamar, pul biber, maydanoz ve dereotu ile hazırlanan rum ezmesi bambaşka olmuş. Şefin bohçası adı verilen ve yufkanın içine kalamar, karides, kaşar ve domates konulup kızartılarak yapılan spesiyali daha önce hiçbir yerde denememiştim. Kesinlikle tadılmalı. Yine mezelerden sultan ezmesi biraz Antakya tarzı. Maydanoz, dereotu, nane, yeşil soğan, biber salçası ve nar ekşisi ile balık sofralarına eşlik edecek güzel bir kombinasyon olmuş. Meze dolabındaki brokolilerin canlı yeşil görüntüleri dikkatimi çekiyor. İşin sırrı karbonat ve şeker ile 5 dakika haşlanmalarıymış. Ahtapot carpaccio aliminyum folyo içerisinde buharda kendi suyuyla pişiriliyor. Ortaya çıkan sonuç çok başarılı. Lakerda bilindiği gibi daha zahmetli. Tuza basılıp 27 gün bekletiyorlar. Ama lezzeti, bu beklemeye değiyor. Ben patlıcanla yapılan her tür meze ve yemeğin tam bir tutkunuyumdur. Pek çok çeşidini yememe rağmen, burada daha başka bir yorumunu tattım. Köz patlıcana, labne peyniri, krema, elma sirkesi ve limon suyu eklenerek hazırlanan bu farklı lezzete bayıldım.

Gelelim sıcaklara... Daha öncesinden bildiğim çökertmeye Balıkçı Rüzgarı'nda rastladım. Denemeyenler için söyleyeyim, dil balığının tavada sotelenmesiyle yapılıyor. Aslında bu yemek Bodrum'un ünlü çökertme kebabının deniz ürünlü hali. En alta patates püresi, onun üstüne balık, yoğurt ve en üste kibrit patates. Balıkla yoğurt yenmez bilgisini, daha önceki yazılarımda aydınlatmıştım. Balık tazeyse yoğurt onu asla bozmuyor. Uzun zamandır yediğim en güzel ahtapot ızgarayı burada tattım. Suyuna beyaz şarap, zeytinyağı, üzüm sirkesi eklenen ahtapot, 3 saat kadar buharda haşlanıp ızgaraya konuluyor. Ve ona çok yakışan bir sos eklenmiş: krema, kekik, soya sosu ve pul biberi ile hazırlanmış bu leziz sos. Soyanın ayarı, bu sostaki önemli bir nokta. Ama aşçıları Bayram Göğebakan bunu çok iyi dengelemiş. Bu arada kendisi Malatyalı. Oldukça deneyimli olan Bayram usta, esprili, konuşkan ve mutfak sırlarını paylaşmaktan çekinmeyen biri. Kendisine 'Büyük Usta' diyorlar. Tattıklarımdan sonra ben de bunu çekinmeden söyleyebilirim.

Balığı fazla birşeyle karıştırmadan sadece balık olarak yemeği tercih etmişimdir hep. Ancak bunun bu mekanda bir istisnasını daha yaşadım: beşamel soslu levrek... Kılçıksız levrek fileto, güveç kabın içine konuluyor. Üstüne baharatlar, beşamel sos, kaşar ve toz biber ekleniyor. Sonuç muhteşem.

Şimdi bahsedeceğim lezzeti ise kelimelere dökmek zor. Yengeç bacağı sarması adı verilen bu ara sıcak, kalamar, yengeç, levrek, karides, dil balığı, çekilmiş karabiber konularak rosto köftesi biçiminde hazırlanıyor. Pişirildikten sonra üzerine vegeta çeşnisi, krema, limon tuzu, tereyağı, soya sosu ve defne yaprağı ile hazırlanan özel bir sos ile servis ediliyor. Ve tadına doyamayacağınız bir yemek çıkıyor ortaya. Ayrıca, kalamar, karides ve levrek ile hazırlana balık köftesi de menüdeki yerini almış. Kalamarlar yerli. Tava veya ızgara olarak yine özel sosuyla sunuluyor.

Servisle beraber getirilen mısır ekmeğini kendileri pişiriyorlar. Cuma ve Cumartesi günleri ise hamsili ya da karidesli mısır ekmeği yapılıyor.

Tatlı seçeneklerini denemeden geçemedim. Bir Arnavut tatlısı olan trileçenin keki irmikle hazırlanıyor.Sonra inek, keçi ve manda sütünün içerisinde 2 gün bekliyor. Frambuaz ya da karamel sosla da servis ediliyor. Oldukça hafif ve lezzetli. Kabak ezmeyi ise tahin, pelmez ve krema ile hazırlıyorlar. Ayrıca, ayva, incir ve kabak tatlısı, laz böreği ve tabi ki sıcak helva da var. Hepsi tam kıvamında.

Balıkçı Rüzgarı'nda 25 kişilik bir kadro görev yapıyor. Garsonlar yarı aşçı sayılacak düzeyde bilgili. Mutfakta çalışan 8 kişi ise bu enfes menüyü her gün aynı özenle hazırlıyor. Sohbet esnasında öğreniyorum ki; mutfakta yeni bir ürün çıktığında tüm çalışanlar onu deneyip fikirlerini söylüyorlarmış. Müşteriden önce bir lezzet testi zaten gerçekleşiyor burada. Bir de her hafta, servise sunulanlar arasında en çok yenen ve en az yenen ürünler seçiliyor. Bu da önemli bir geribildirim sağlıyor tabi.

Mutfak müşteriye her zaman açık. İşin püf noktalarını sorup öğrenebiliyorlar. Enver bey her zaman balıkla ilgili bildiklerini paylaşmaktan çok memnun olurdu. Hatta bu konuda pek çok yazısı da bulunmakta. Kendisinin de dediği gibi o bir balık doktoru artık.

Fonda Yunan müzikleri var çoğunlukla. Her Çarşamba ve bazı özel günlerde, Türk Sanat Müziği ile fasıl ekibi alıyor yerini.

Rakı ve şarabın ağırlıklı olarak tercih edildiği restoranda her tür alkollü içeceği de bulmak mümkün.

Pazar günleri kapalı olan mekan, profesyonel ama içten ekibiyle, dekoruyla konforlu bir deniz evi sıcaklığı sunuyor. Balıkçıların ağlarından ise çupra, levrek, palamut, barbun, lagos, çinekop, hamsi, istavrit, mezgit... derken bütün deniz yağıyor Balıkçı Rüzgarı'na...



Adres: Filistin Caddesi

No:28 GOP/Ankara

Tel: 0312 427 63 63




Yazı, Multiculterel Guide dergisi Mart-Nisan-Mayıs 2015 sayısında Onur's Choice köşesinde yayınlanmıştır.

https://www.facebook.com/onicornmedia

4 Aralık 2014 Perşembe

TRİLYE RESTAURANT

TÜRKİYE DENİZLERİNDEN DÜNYAYA BİR ZİYAFET...



Yıllar önce Trilye restauranta ilk gittiğimde, denizi olmayan Ankara'da bu kadar güzel hazırlanmış deniz ürünleri yediğime inanamamıştım. Evet, bu şehir kesinlikle çok şanslıydı. 2001 yılından bu yana Trilye, ününü her geçen gün daha da artırarak, her milletten konuğu ağırlamaya devam ediyor. Üst seviye bir damak tadına hitap eden restaurant, Türk denizlerini büyük bir gururla dünyayla buluşturuyor.



Trilye'nin sahibi Süreyya Üzmez tanımaktan memnuniyet duyacağınız, yemekleri gibi sohbeti de zengin biri. Gurmeliği kesin olarak kabul edilmiş olmasına karşın, o kendini henüz bu uzun yolda yürümekte olan biri olarak görüyor. Bu alçakgönüllülük hali, onun sürekli keşifçi, yenilikçi ve yaratıcı olmasına yol açıyor. 6 yaşından beri balıkçılık ve balık kültürü ile ilgilenmiş. Çanakkale'de deniz kenarında doğup büyümesinin bunda etkisi büyük. Askeri eğitim alıp, Türkiye'nin çeşitli yerlerinde görev yapmış. Son olarak atandığı Genel Kurmay Sosyal Hizmetler Başkanlığı'nda 9 yıl boyunca 3000 kişinin yeme-içme hizmetini yürütmüş. Yine bu kurumda, üst düzey yemekleri düzenlemiş. Bu dönemde Malezyalı konuklar tarafından farkedilen yemekleri sayesinde Kuala Lumpur'a davet edilmiş. 1996 yılında bu kentte bir Türk restoranı açmış. Türk mutfağını, özellikle kebabı Malezyalılara en iyi şekilde tanıtmış. Yemek hazırlama aşkı, Süreyya beyin yolunu o yıllarda çizmeye başlamış. 1997 yılında ABD Savunma Bakan Yardımcısı Mr. Lodal, Türkiye’ye gelecektir. O gelmeden önce levreği çok sevdiğini öğrenir Süreyya bey. Mr. Lodal hazırlanan levreği yediğinde çok etkilenir ve o dönem binbaşı olan Üzmez'i Pentagon’daki yemeklere yardımcı olmak üzere davet eder ve o da kabul eder.

1998 yılında ise Mesut Yılmaz'ın başbakanlık döneminde, Türkiye’nin tanıtımı için Kültür Bakanlığı ile birlikte Belçika’ya gitmiş. 75. yıl kutlamaları nedeniyle 75 çeşit yemek hazırlayarak Türkiye’ye özgü ürünler götürüp Türk mutfağını çok güzel bir şekilde tanıtmış. Stajlar, eğitimler, katıldığı gastronomi fuarları, yurtdışı faaliyetleri... Okumaktan, araştırmaktan ve öğrendiklerini paylaşmaktan çok memnun. Süreyya bey yıllardır Sabah gazetesindeki köşesinde balık tarifleri veriyor. Sağlıklı yaşamın denizden geldiğini bilerek bunu herkese anlatmaya çalışıyor. TRT Türk'te 'Dünyanın Türk Şefleri' adında bir program yapıyor ve bütün dünyayı dolaşarak oradaki Türk şefleri tanıtıyor. Trilye için 3 aylık olarak hazırladığı bir gusto dergisi ve ayrıca iki de kitabı var: Trilye'nin Balık Sevdası ve Trilye'nin Meze Sevdası. Trilye'de hissettiğim şey, ticari kaygıdan çok öte, amatörlüğü korumaya çalışan bir ruh. Profesyonellikle birleşen bu yaklaşım, mekanı her yönüyle eşsiz kılıyor.

Dekor konusunda, sade ama özenli bir çizgileri var. Fiziksel görünümle göz boyayan ama mutfağı zayıf kalan pekçok yerin aksine, burada gerçekten iyi yemek yiyeceğinizi daha ilk anda anlıyorsunuz. Öncelikle sunumlara bayıldığımı söylemeliyim. Abartılı süslemeden uzak ama bir o kadar zarif, her biri birbirinden özenli sunumlar. Menüdeki bir lezzeti denediğinizde, bir diğerini merak etmekten geri kalamıyorsunuz. Ege ve akdeniz mezelerinin hepsi, özgün yorumlarla hazırlanmış. Avakadolu karides, paprikada girit ezme, deniz mahsüllü pazı sarma, mozzarellalı somon sarma, balık pastırmalı humus bunlardan sadece bir kısmı. Porsiyonlar tam kararında. Kalamar tava bir deniz kabuğunun içinde geliyor. Ahtapot carpaccio enfes. Lüfer, fileto halde ızgarada pişirilmiş. Yine harika bir sunumla servis ediliyor. Balık adana ise yine özgün bir yorum. Tariflerin çoğu patentli olarak Süreyya beye ait. Menüde seviçe de var. Seviçe aslında Latin Amerika'ya özgü bir teknik. Çiğ balığı yeşil limon suyunda iki saat bekletmek suretiyle pişirmek aslında. İspanya'nın tipik yemeklerinden biri olan Paella ise, deniz ürünleri ve çeşitli sebzelerle hazırlanıyor. Trilye'nin yorumuyla o da menüdeki yerini almış. Kabuklular, lakerda, kılıç, ıstakoz, ve balığın diğer türleri... Hepsi ustalık ve tatların armonisi ilkesi ile hazırlanıyor. Lezzetlerin bu kadar iyi olmasının sebeplerinden biri de malzeme temini. Her balık nereye aitse oradan getirtiliyor. Sebzeler, otlar en tazesinden, en doğalından. Bunların bir kısmını kendi tarlalarında yetiştiriyorlar. Mutfaktaki ekibin başında Süreyya bey var. Kendisi kimi zaman mutfağa giriyor, kimi zaman konuklarına servis yapıyor. Bu arada deniz ürünü terrcih etmeyenler için bonfile, çökertme kebabı, piliç schnitzel ve vejeteryan alternatifler var. Tatlı seçenekleri oldukça fazla. Çikolatalı sufle, cevizli kabak tatlısı, limon sorbe, makomat pie (cappuccino dondurmalı), ateş tatlısı (leblebi tozundan), tahinli profiterol gibi geniş bir yelpazaye sahip. Bunca güzel yemeğin üstüne hala yeme isteği uyandıran türden.

Bu yemeklere yakışacak zengin bir şarap menüsü de bulunuyor. Türk şaraplarının yanısıra Yeni Zelanda, Güneydoğu Avustralya, Toscana, Provence şaraplarını da tatmak mümkün.

Bunca emek, bunca yaratıcılık hakettiği takdirleri de almış. Dünyanın dört bir yanından gelen işadamı, politikacı, elçilik mensupları, sanatçılar ve pek çok lezzet avcısı buradan fazlasıyla memnun ayrılmış. Bu memnuniyet uluslar arası ödülleri de beraberinde getirmiş. Londra'da bulunan Summit of Leaders tarafından 'En İyi İşletme' ödülü, Tripadvisor tarafından 2013 ve 2014 yıllarında Mükemmeliyet Sertifikası ve 2014'te Madrid'te Uluslar arası Hotel ve Restaurant Kalite Ödülü'ne layık görülmüş. Seçkin bir gezi sitesi olan lianorg.com tarafından 2014'ün En Çok Tercih Edilen Restaurantları arasında yer almış.



Süreyya beyin de dediği gibi, gurmelik, bilinenin aksine tatta değil, kokuda başlar. Trilye, bu duyuların hakkını vermeden anlaşılabilecek bir yer değil. Denizin bereketini aşkla sunan bu özel restaurant, kapısından girdiğiniz andan itibaren alışkanlık yaratacak türden...





Adres: Hafta Sokak

11/B Gaziosmanpaşa/Ankara

Tel: 0312 447 12 00