23 Eylül 2010 Perşembe

tavsiyeler



  • meditasyon
  • kuantum fiziği
  • serotonin eksikliği için balık yağı


takılın... iyi geliyor:)

22 Eylül 2010 Çarşamba


İnsan gizler mi evini,



Kaplumbağa örter mi kabuğunu,



İstiridye olmasa, inci ışıldar mı öyle.



Kaç,
Kendi çıplaklığından kaçandan.

KORKAK GÖZLER




Herkes bir cümbüşün içinde,
Kimisi kaybolmuş,
Kimisi dalıp çıkıyor.
Didik didik talan ediliyor her yer
Hoyratça…

Bilsek aslında
Hatırlamayı…
Bir olmayı...
Bir becerebilsek
Elmanın kurdundan tiksinmemeyi.

Herkes bir cümbüşün içinde,
Kimi zaman neşeli panayır,
Kimi zaman harp meydanı.
Sen nasıl görürsen artık…

Çık cümbüşün içinden,
Kaldır başını.
Yıldızlara bakanlar hatırlar
Yolların tek bir yere vardığını.

13 Eylül 2010 Pazartesi

OLASI SON




Dört başı, dört yöne bakarmış
Brahma’nın…
Dört ayrı yönde ayrı nehirler akarmış.
Anlayamayanlar, yükünü de bilmezlermiş.
Anlayamayanlar, ruhunu da görmezlermiş.
Göremeyenlerden biri,
Çok önce kesmiş beşinci başını…
Keserler tabi,
Silahı da yokmuş Brahma’nın.
Bir elinde kutsal bilgi,
Bir elinde yaşamın suları,
Bir elinde saflık,
Bir elinde döngü…

Kesilen başı ile birlikte giden,
Hiç hatırlayamadığı,
Eksik olanı aramış hep.
Bir gün,
Ummadığı bir yerde,
Ne ağaç, ne çalı olan
O özgür ökseotunun,

Altında bulana kadar...

13 Eyl. 10

9 Eylül 2010 Perşembe

TAM DA BU YÜZDEN


Güneşi izlerdi hep

Kul köle gibi.

Döne döne

Güneş nereye, o oraya.

Anladım sonra,

En güvenilmezlerin

Günebakanlar olduğunu.

ZİRZOP KIZIN UYANIŞLARI


Sütten ağzı yananlara
Soğuk süt veriyorlarmış.
Hem içine,
Bal da koyuyorlarmış...
Ama duydum ki bal,
Sütten daha çok yakıyormuş.

K.


Çocuğun topu bahçeye kaçtı
Tereddüdü aşıp girdi.
Kırmızı topunu ararken,
Kırmızı bir kuzguna takıldı gözü.
Gözü ondayken,
Kırmızı bir kuyuya düştü.
Çıkabildiğinde yaraydı dizleri…
Oysa söylemişlerdi,
Bahçelerde kaybolmamasını.
Kuzgun uzaklaştı.
Topunu da bulamadı bir daha.

EVRELER 2


Bir kum fırtınası var
Taneler gözlerime batıyor
Hem de kafamda dönüyor.
Bir yerlerden,
Vaha kokusu geliyor…
Bir kum fırtınası var
Her şeyi söküp götürüyor
Kasıp kavuruyor.
Yansa da canım sarıdan
Seçiyorum yaklaşan yeşili.
Bir kum fırtınası
Artık yok.
Sepetlerinde üzümlerle kadınlar geliyor
Gülümseyen koca gözleriyle
Karışıyorum aralarına
İyot kokusu alıyorum,
Kum yok.

EVRELER 1


Günün gece sayılan ikinci saati,
Köpekler ahenksiz bir koro gibi dışarıda
Kalbim de öyle içerde.
Kesildi sesleri şimdi,
Neydi dertleri ve nerdeler artık
Kim bilir ki…
Öyle ya,
Kim umursar sokaktakini.
Uzaktan bile gelmiyor artık,
Kesildi sesleri
Kalbimin de öyle…

8 Eylül 2010 Çarşamba



Bir kadın…
Kurşuni günlerden birinde,
Yorgun bir rüzgârla gelmiş
Kırıklarına deniz kabukları sarmış
Gökyüzü ışıldamış tekrar
Kabuklar bile.

Bir kadın,
Anlaşılması zor, sevilmesi kolaymış.
Bulutlar griye döndüğünde,
Geriye kalan sadece O’nsuzlukmuş.
Fotoğraf: H. Cahit Bakan

6 Eylül 2010 Pazartesi




Bir kuş…
Başka diyarlardan, masallardan gelmiş gibi.
Gördüğün an, gerçekliğine inanamadığın,
Anladığındaysa yerinde bulamadığın…
Fotoğraf: H. Cahit Bakan

2 Eylül 2010 Perşembe

YANILSAMALAR 2


Üstünlük

‘Daha iyi durumda’ veya ‘daha iyi olma’ düşüncesi ve bu bakışla yapılan değerlendirmeler, üstünlük yanılsamasının çıkış yeridir.

Sosyal koşullar, inançlar, eğitim, sahip olunan fikirler, estetik, bedensel özellikler ve daha birçok konuda genellikle biri ya da bir grup diğerinden üstün olduğunu iddia eder, etmiştir. ‘Seninkinden daha iyi değil, sadece daha başka bir yol, daha başka bir biçim’ deme mütevazılığını gösteren maalesef ki çok azdır. Daha çok yapılan, ya kendi yoluna çekmeye çalışmak ya da üstünlüğün konusu her neyse onu lehine kullanmaktır. Çünkü bu yanılsama insanlara kendilerini iyi hissettirir. Çekicidir. Üstünlük duygusu, hayatta olumsuz durumlarla karşılaşıldığında öyle bir güç verir ki, kendinizi o koşulların da üzerinde görüp bunların üstesinden gelirsiniz, geldikçe de daha da güçlenirsiniz. Burada anlaşılması gereken, gerçek gücün ayrılık fikrinden beslenmediğidir. İşte bu noktada çekici olduğu kadar sinsidir üstünlük. Bir yandan sessizce sizi diğerlerinden ayırmaya başlar. Egonuzu öyle şişirir ki ve sonunda yükselen ego hiç kimseye tahammül edemez hale gelir. İyice küstahlaşıp, başkalarını yok sayan her tür hareketi yapacak cüreti kendinde bulur.
Üstünlük, eşitliği anlayabilmemiz adına içinde bulunduğumuz bir yanılsama olarak anlaşılmaz ve kontrol altına alınmaz ise, yükselebileceği yere kadar çıkar ve bir gün baş edemeyeceği bir üstünlükle karşılaştığında, çaresizliğin yoğun hissedildiği bir acıyla parçalanır. Gerekli uyanışlar yaşanmaz ise bu böyle devam edecektir.
Kimse kimseden ya da başka bir şeyden daha üstün değildir. Bir çiçek bahçesine girin. Hepsinin kendine göre bir harikalığı vardır. Kıyaslayamayız. O anki zevkimize veya ruh halimize göre belki seçimler yapabiliriz ama bu yine de bir türün diğerinden daha şöyle, daha böyle olduğu anlamına gelmez.
Etrafınızdakilere bir bakın. Kimlerin üstünlük çıkmazlarında kaybolmakta olduğunu göreceksiniz. Bazıları da sadece belli bir alanda kendilerini buna kaptırırlar. İş hayatında, ilişkilerde, spor müsabakalarında, kumarda, orduda, sahnede, yatakta, fiziksel güzellikte… Ve üstün olduklarını düşündükleri şeyin iyice üzerine giderler. Orada kendilerini çok iyi hissederler çünkü. Tüm yaşamlarını bunun üzerine kurup, bununla kendilerini var ederler. Peki ya onu kaybettiklerinde… Olacak yıkımı kimse yaşamak istemez eminim.
İnsanın kendini özgür ve güçlü hissettiği bir oyun parkı olması çok hoş elbette. Ama kimsenin olmadığı veya olanların da üzerine basmanın eğlence sayıldığı bir park ne kadar neşeli olabilir ki.
Bu yanılsamayı amacına ulaşmak için kullanmak en iyisi. Herkesin eşit olduğunu ve değersizliğin sadece bizim kurgumuz olduğunu hatırlamak için… Mütevazılığın da aslında görkemi getirdiğini bilerek…

2 Eyl. 10

1 Eylül 2010 Çarşamba

BENİM İÇİN ANLAMI




Yolun neresinde olduğumu görmek için başladım yazmaya. Asla kaçmak için değil, daha çok kendime yaklaşmak için seçtim bu yolu. Suyun altına inebilme cesaretiyle, ruhumun renklerini fark edebilme isteğiyle aldım kalemi elime.
Bilirim ki insan kendini tanıdıkça insan olur, fazlalıklarından arınır. Tanımak ise, kendinle yüzleşerek, kendine vakit ayırarak olur. Bir insanı hayatımıza sokmak için onu tanımanın gerekliliğinden bahseder dururuz hep. Uzun uzun dinleriz bazen karşımızdakini. Saatlerimizi, belki günlerimizi ayırırız. Ve ilişkimizi buna göre yönlendiririz. Peki, kendimi ne kadar tanıyorum diye sordum bir gün kendime. Gördüm ki, alışkanlıklarımız ve kaygılarımızla kurduğumuz hayat en güçlü uyuşturucuymuş aslında. Kendimi tanımama engel olan, beni benden uzaklaştıran tam da buymuş aslında. Bunu fark ettiğimde ruhumla bedenim arasındaki sınırlar da kalkmaya başladı birer birer. Ama yeterli değildi henüz. Yazmaya işte bu noktada başladım. Baktım ki yazdıkça önümü görüyorum. Yazdıkça içimde dağılmış olanları toparlıyorum, bütüne yaklaşıyorum. Kimi ya da neyi yazarsam yazayım, kimi anlatırsam anlatayım, onun aslında ben olduğunu biliyorum. Yaşadıklarım, gördüklerim, gidemediklerim, kızdıklarım, almadıklarım, sevdiklerim, yaptıklarım, olamadıklarım, bildiklerim... Ama hepsi ben, hepsi benden olma. Ve en güzeli de, bir gün benden kalma olacaklar.
Her kelime bir sihir gibi yerini buluveriyor kendiliğinden. Yazmazsam durum böyle olmuyor. Yazınca ancak, daha net ortaya çıkıyor duygular, duruşlar. Herkesin aynı manzaraya bakıp farklı şeyler hissetmesi gibi, yazdıklarımın özgün olması düşüncesi bu işi çok daha özel kılıyor. O yüzden daha sıkı, daha sıkı sarılıyorum bu armağana. Yazdıkça yaklaşıyorum kendime. Çekirdeğin ısısı daha yakından geliyor şimdi bana.
Kâğıdımda buluyorum ve yeniden yaratıyorum kendimi. Yazmak, Tanrının en büyük özelliğinin insanda vuku bulmuş hallerinden biri gibi geliyor bana. Böyle düşünmek bile farkındalığıma yeni bir kapı açıyor. Tüm gücün bende olduğunu, ama asıl yolun kim olduğumun bilincine varmaktan geçtiğini görüyorum. Kâğıda dökülenleri gördükçe aynaya bakmış oluyorum. İşte o yüzden yazılanların asla yalan söylemediğine inanıyorum. Her şeyden kaçmayı başarsak da, kalemden çıkandan kaçılamayacağını biliyorum.

Kelimelerim boşlukları tamamlıyor. Ve belki de ben aslında, ‘büyük yapboz’ u bir araya getirmek için yazıyorum…
2007

ZOR İNANIP, ÇOK GÜVENMEK AMA KİME?


İnanç, bir düşünceye gönülden bağlı olmak demekmiş… Hımm…
İnançla doğmuyoruz. Yaşadıkça, tanıdıkça, anladıkça, sevdikçe inanıyoruz. Belki de ihtiyaç duydukça… Sonra da bu inanca güveniyoruz.
Birçok farklı şeye veya kimseye duyulan inanç olabilir. Dinler, felsefeler, yollar, politikalar, cemaatler, cemiyetler, ustalar, gurular, aşklar, âşıklar… Benim sözünü edeceğim, birine inanmak, aslında güvenmek. Ne zor sağlanır bu. Hele günümüzde. Nereye çekersen oraya gidenlerden bahsetmiyorum tabi. Dolu yaşayıp, derin hissedenleri inandırmak zordur. Mücadele ister. Yapar kimileri bunu. Bazen niye yaptığını bile bilmeden, bazen de gayet bilinçli bir biçimde ama inatla bu yola girerler. Güçlü ruhların terazileri hassas olur, gönülleri de bir o kadar kırılgan. Zaman ister, böylelerini inandırmak. İspatlar gerekir. Hepsi yerine getirilir itinayla. Yıldırmaz onu hiçbir şey. Gün gelir bir de bakarsın, olmuştur. Ne büyük keyiftir o. Her iki taraf için de. Zor güvenen taraf, şimdi çok güvenmiştir. Karşılıklı olarak kendini salıvermenin rahatlığı yaşanır. Sevgiye şefkat de katılmıştır artık. Huzur vardır. Yaptıkları, söyledikleri teyit edilmiştir. Eminsindir: hep yanındadır. Her koşulda…
Bir gün o meşhur günlerden biri gelir ve yaşanan bir takım olumsuzluklardan sonra bakarsın ki karşındaki o inandığın kişi değil. Kalakalırsın. Yavaş yavaş sindirmeye başladıkça ‘sen kimsin?’ ya da ayılmanın ilk tespiti olan ‘ne güzel oynanmış’ cümleleri birbirini izler… Takdir de edersin bir yandan. Ne azimmiş diye.
Bazen de sıkılır güven vermeye çalışan taraf. Ben oynamıyorum der ve gider. Her ne kadar, yine de orada olacağını söylese de yapamaz daha önce yaptıklarını. Çünkü o zamanlar yapılanlar, mühim bir kurgunun çok değerli stratejileri olduğu için, bıkkınlığın olduğu yerde onlar da biter.
İnandığın, güvendiğin şeyin sürekliliğinin artık olmamasıdır seni böyle düşündüren. Böyle inciten. Önceden, çok önceden yaşananlar şimdi de yaşanmıştır. Tarot yorumlarında bazen derler ki, ‘danışan bu durumda dönüp kendine de bakmalıdır’. Tekrarlanan olaylar, senin bir şeyleri hâlâ anlayamadığına delâlettir çünkü. Veyahut bir şeyleri eksik yaptığına. (Bu öz eleştiri durumu ayrıca, önemli bir ders olarak değerlendirilmeli, her müfredata konulmalıdır.)
Güvendiğin kişinin, sana özelmiş görünümünde tasarlanmış ama aslında kendisi için yerine getirdikleri, senin gözlerini bağlamıştır. Bağ kalkınca, herşey net bir şekilde görülür. Samimiyetsizlik, ilk akla gelendir. Bunun, yapan kişi bile farkında değildir aslında. Oyunun döngüsüne öyle kapılmıştır ki. Kendi olmaktan uzun süre önce çıkmıştır zaten.
Aç midelerini doyurmaya çalışanlarda çok görülür bu. Hele bir de doymakla yetinmeyip açgözlülük yapıyorlarsa, kemikleri de sıyırmadan meydanı terk etmezler.
İlişkiye bakışımız, sadece karşı taraftan neler alabileceğimiz fikri etrafında döndüğü sürece bu ve benzeri durumlar olacaktır.
Güven sonrası yaşattırılan hayal kırıklıkları, neysek o olduğumuz ve öyle davrandığımız noktada ortadan kalkacaktır. Herhangi bir amaç için veya birine duyulan hezeyanlı hisler ile takındığımız maskeler çıkarılır ise, ne güven sorunu kalacaktır, ne de böyle kocaman şaşkınlıklar.

1 Eyl. 10