26 Aralık 2012 Çarşamba

BOOKISH STORE


Artık Ankara'da sadece İngilizce kitapların satıldığı bir kitapçı var…

İstanbul’da birçok örneğine rastladığım bu kitapçılar, özellikle yabancılar için önemli bir ihtiyacı gideriyor.

Bookish Store, 12 Nisan 2011’de açılmış. Henüz 1,5 yıldır faaliyet gösteriyor. Ancak, mağazanın konsepti, logosu, kitap seçimleri, müşteri portföyü anlamında bakıldığında, sanki yıllar önce Londra’da kurulup tüm dünyaya şubeler açmış bir kitapçı izlenimi veriyor.

Sahibi Hülya Ateş Hanım, İletişim Fakültesi Radyo-TV bölümü mezunu. Ankara’dan sonra İstanbul’a gidip uzun süre orada yaşamış. Yabancı firmalarda, dünyanın farklı yerlerinden gelen yabancılarla çalışmış. Bu firmaların ofis idareciliğini yürütmüş. Gönlünde yatan hayal ise, hep bir kitapçı açmakmış. Fakat alışılagelmiş kitap satış mağazaları yerine, daha sıcak, biraz aykırı ve bu alandaki eksiği tamamlayacak bir yer olsun istemiş. Ankara’da, tamamen İngilizce yayınların satıldığı bir kitapçı bulunmadığı ve birlikte çalıştığı yabancılardan dolayı buna ne kadar gereksinim duyulduğunu bildiği için böyle bir yer açmış sonunda.



Okuma isteği doğuran bir atmosfer…

Gerçekten de sıcak bir havası var Bookish Store’un. Tavana kadar uzanan ahşap raflarda hemen her türden kitabı bulabilirsiniz. Buranın en güzel yanı da, rahat kadife koltuklara gömülüp, beğendiğiniz bir kitaba istediğiniz kadar göz atabilmeniz. Edebiyat, resim, psikoloji, sosyoloji, tarih, Türk tarihi, mitoloji, bilim, sinema, müzik, yemek, fotoğrafçılık, yönetim, hobi, çocuk, çizgi roman… gibi pek çok konuda yayın var. Hülya hanım bu kitapları Ankara okuyucusunun ihtiyacına ve okuma alışkanlıklarına göre gidip İstanbul’dan seçiyor. Söylediğine göre, yabancı yayınlarda İstanbul ve Ankara okuyucusunun profilleri bazen birbirinden çok farklı olabiliyormuş.

İngilizce, Fransızca ve İspanyolca dergileri de burada bulmak mümkün. Ayrıca, ufak tefek aksesuarlar, ajandalar var. Çocuklar için bazı hobi malzemeleri de yer alıyor. Yine de Hülya hanım, kitapçı kimliğinin dışına çok taşmak istemiyor.

Müşterileri daha çok elçilik çalışanları, özel sektörde çalışan yabancılar, İngilizce kitap okumayı seven Türkler, İngilizce öğrenen çocuklar ve gençlerden oluşuyor.

Salı günleri kapalı. Diğer günler ise 10.30 ve 20.00 saatleri arasında açık. Bir tek Pazar günleri 13.30 da açılıyor.

Multiculturel Guide dergisini de Bookish Store'da bulablirsiniz. 

Filistin Sokak 17/A GOP-Ankara


 

1 Aralık 2012 Cumartesi

durum

Gün be gün sular çekiliyor,
Dibindeki kir görünüyor yavaş yavaş.

Gün ise ışıyor şimdi,
Eskisinden daha parlak...

25 Kasım 2012 Pazar

mühim

Oğullarınıza, karşı cinse saygı duymayı öğretin. Gece yarısı eve dönen kadının aranmadığını öğretin. Bir kadının omzuna, arkadaş olarak da sarılabileceğini öğretin. Dokunmaktan korkmamasını öğretin. Sevmenin değer verme olduğunu öğretin. Sahip çıkmayla, sahip olmanın farklı olduğunu öğretin. Hiç kimseyi küçük görmemeyi öğretin. Ama bunları önce kendi içinizdeki çocuğa öğretin.

Albert Einstein

Nehirde


İçinin boşluğu

Kapkara...

Dipsiz.

Yalnız ve acımasız.


Vermek,

Nafile bir çaba gibi...


İçinin boşluğu,

Boşa kürek,

Akıntıya bile değil...


Seni sevmek,

Yok yere iş.

 
Şimdi,

Yüreğim ferah.

Bu kör kuyularda,

Bu soğuk kuytularda,

Kendini bilmezlerin

Kendi olamadığı yollarda

Ayağıma batan o,

O keskin çakıllar

Getirdi buraya.


Beni tam da bu nehrin içine...

Ankara/2008

26 Ekim 2012 Cuma

CUCINA MAKKARNA

İTALYA'DAN LEZİZ BİR ESİNTİ

İtalya’da mutfak bir sanat, yemek ise bir şölendir. Hem yemekten hem de konuk ağırlamaktan keyif alır İtalyanlar. Bu mutfak, bilinenin aksine pizza ve makarnadan ibaret değildir. Hem yapılış usulleri, hem kullanılan malzemenin zenginliği, hem de gelişmiş bir damak tadının ürünü olan yemek çeşitleriyle İtalyan mutfağı eşsizdir.

Roma'dan Ankara'ya Lezzet Transferi...

Cucina Makkarna, 5 Şubat 2006 tarihinden bu yana hizmet veriyor. Sahibi ve aşçısı olan Kaan Küce, yıllarca otel yöneticiliği yapmış. Bir çok defa da çok sevdiği Roma'da bulunmuş. Makkarna'yı açmadan önce bir anda karar verip, dönüşü açık bir bilet alarak Roma'ya tekrar gitmiş. Bir süre aşçılık yapmış. Döner dönmez de Makkarna'yı açmış. Deneyim, gözlem, analiz ve gurmelik birleşince ortaya harika bir yer çıkmış. Yemeklerin tüm alt yapısını kendisi hazırlıyor. Mutfak ekibi de uyguluyor. Menüyü oluştururken, İtalyan mutfağından, hem kendi zevki, hem de Türk insanının beğenileri doğrultusunda seçimler yapmış. Hepsinde kendi ufak dokunuşları da var. Ama bu dokunuşlar, hatırı sayılır lezzet patlamalarına yol açmış.

Spesiyallerle Dolu Menü...

Menüdeki herşeyi kendileri hazırlıyorlar. Makarnalar, pizza hamurları, ekmekler, soslar ve bazı peynirler kendi üretimleri. Tüm etler 14 gün marinede kalıyor. Yemekler müşteriye sunulmadan hemen önce hazırlanıyor. Dondurulmuş bir malzeme asla kullanılmıyor.

Başlangıçlarda, limonlu kekik ile lezzetlendirilmiş klasik İtalyan sebze çorbası olan minestrone dikkat çekiyor. Roka yaprakları ve parmesan ile sunulan dana carpaccio inceliği ve lezzeti ile mükemmel bir seçim olacaktır. 'Edibe'yi de deneyin derim. Köz biber içinde fırınlanmış somon, mozzarella ve sarımsaklı ekmekle sunuluyor. Kaan Küce'nin bir arkadaşının annesinin tarifiymiş bu. Tarifin bir ismi olmadığı için, annenin adını vermişler.

Salatalarda ise, kendi hazırladıkları balsamik sosla sundukları roka salatası nefis.

Risottolarda deniz mahsullü ile sebzeli olarak iki çeşit var ve gerçekten çok lezzetli. Risotto brûlée ise spesiyal bir yemek. Safranlı yapılıyor ve üzeri parmesan ile kaplanarak pişiriliyor.

Makkarna, aslında İtalyan mutfağı olmasına rağmen arada farklı mutfaklardan birkaç lezzete de yer verilmiş. Leon usulü midye ve beyaz peynir dolgulu Yugoslav köftesi gibi.. Köftenin baharatları Yugoslavya'dan özel olarak geliyor.

Makkarna'nın spesiyal yemekleri de var. Tavuk göğsüne sarılı jambonlu risotto, fettucini ile birlikte servis ediliyor. Böylece aynı tabakta üç farklı yemeği tatmış oluyorsunuz. Elbette lazanya da yer alıyor menüde. Ancak, hazırlanışının meşakkatli olması ve taze sunmak istedikleri için, günde sadece üç lazanya servise hazır bulunuyor. Yani önceden telefon edip siparişinizi vermezseniz lazanya bulamayabiliyorsunuz. Bu arada Kaan beyden öğrendiğim kadarıyla bolognese sosa konulan biraz bal, etin tadını hafifletiyormuş. Bunu denemek lazım.

Pizzalar konusunda da çok iddialılar. Neredeyse kağıt inceliğinde bir hamur ve üzerinde bol malzeme var. Karamelize soğanlı grimm pizza ve fileto biftekli pizza papa öne çıkanlardan...

Her çeşit İtalyan makarnasını bulmak mümkün. Fettucini alfredo, İtalya'da Altın Kaşık ödüllü bir aşçının tarifine göre hazırlanmış. Aslında pek çok yerde tavuk ilaveli yediğimiz fettucini alfredonun orjinalinde tavuk yer almıyor. Yine makarnalar arasında yer alan şefin sunumu spaghetti, deniz mahsulleriyle fırında kağıt içerisinde pişiriliyor. Hardal soslu ve yumurtalı venezia ise, değişik lezzet tutkunları için birebir.

Etlere gelince... Bir tür küflü peynir ile hazırlanan gorgonzola soslu bonfile, yoğun tatları sevenler için birebir. Limon soslu ince antrikot roka yaprakları yatağında geliyor ve kibrit patateslerle lezzeti tamamlanıyor. Antrikotları tam 17 değişik biberiye ile lezzetlendirmişler. Etler lav taşında yarı pişmiş hale getiriliyor sonra tavaya alınıyor ve burada baharatlarla parfüme ediliyor. Tavuk schnitzel ise hardal soslu patates olan Alman salatası ile sunuluyor.

Tatlılarda özellikle dikkatimi çeken krem brülée mega mix oldu. Sade krem brüléeye ilave olarak çikolatalı ve ahududulusu da küçük fincan kaplar içinde geliyor.

Makkarna özel tatlısı ise, İtalyan irmiği, süt ve dondurmadan oluşan hafif, hoş bir lezzet. Dondurmaları da kendileri yapıyorlar. Yine tatlılar arasında bulunan mascarpone peyniri de meyvelerle sunuluyor. Bu peynir de yine kendi üretimleri.

Restoranda, Türkiye'nin yanısıra, İtalya, Şili, Fransa, Arjantin, ABD gibi ülkelerin şaraplarından oluşan bir kav mevcut. Fiyatları da oldukça uygun.

Pazar günleri kapalı olan restoran, öğlen 12.00 ve akşam 00.00 saatleri arasında hizmet veriyor.

Makkarna, Dünya Gurmeler Birliği restoranları arasında yer alıyor. Ayrıca Slow Food, Basic Food Hygiene, Confrerie de la Chaine des Rotisseurs gibi restoran ve mutfak otoritelerince verilen belgelere sahip.

Sade ama şık dekorasyonu ve açıldığı günden bu yana değişmeyen kadrosuyla enfes tatlar sunan Cucina Makkarna'ya mutlaka uğrayın derim.

Adres: Reşit Galip Caddesi

89/2 GOP-Ankara

Telefon: 0 312 4368088

29 Ağustos 2012 Çarşamba

O'sun...

Gökyüzü seni kucaklar aslında,
Boşadır yalnız hissetmen.
Herşey ve herkessindir aslında,
Bilmemendendir acın.
Pek bi zenginsindir aslında,
Göremediğindendir fakirliğin.
Sonsuzsundur aslında,
Farkında olmamandandır kaygın.

Ve sen varsan,
Tüm mucizenle
Zaten, bil ki hep
O'sundur...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

BOSNA YAZILARI


"BOSNA İÇİN İNSANLIK GİRİŞİMİ”

Bosna halkının uğradığı bütün haksızlıklara rağmen, kendileriye birlikte yaşamak isteyen farklı inanç toplulularına gösterdiği hoşgörü ve içtenlik, tarafımızdan yaşanarak görülmüş ve belgelenmiştir. Bosna'nın Müslüman halkı, sadece varlığının, inançlarının ve bağımsızlığının savaşı değil, aynı zamanda insan haklarının, değerlerinin, birlikte yaşama ideallerinin ve insanlığın geleceğinin de savaşını vermektedir...”


1992-95 yılları arasında Avrupa'nın en güzel ülkelerinden birinde bir savaş yaşandı. Aslında savaştan öte, milliyetçilik ve inanç ayrımı temelli gözüken bir saldırı, bir soykırımdı. İnsanlığın tüm bu olanlara seyirci kaldığı günlerde, tam da Srebranica Katliamının hemen sonrasında, 1995 yılının Ağustos ayında, farklı yaş ve meslek gruplarından yetmiş civarında gönüllü Türk, Sırp çetecilerce kuşatılan Bosna'ya yola çıktı. Kafilenin başında bugün Kültür ve Turizm Bakanlığı görevini sürdürmekte olan Ertuğrul Günay vardı.

Profesör, araştırmacı, tıp doktoru, avukat, mühendis, işadamı, eğitimci, iletişimci, sendikacı, fotoğraf sanatçısı, gazeteci gibi farklı mesleklere sahip, belki de apayrı dünya görüşleri olan onlarca insan tek bir yürek olup, hayatlarını da tehlike altına atarak Bosna topraklarına geldiler. Bosna İçin İnsanlık Girişimi adı verilen bu heyetin ziyaretleri, Mostar, Tuzla, Zenica, Travnik, Konyiç ve Saraybosna'yı içine aldı. Yerel yöneticiler ve halkla görüşüp onlara moral ve imkanları ölçüsünde yardım götürdüler. O zamanlar Saraybosna'ya tek giriş yolunun olduğu tünelden geçerek (buraya gidecek olanların sayısı sınırlı olduğu için seçim sürecinde aralarında tartışmalar bile yaşayarak, ki herkes gitmek istiyordu), şehre ulaşmayı başardılar. Bosnalıların “bilge adam” dedikleri Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç ile de görüştüler.

Vermeye çalıştıkları, umut ve dayanma gücüydü aslında sadece. Orada geçirdikleri süre içinde gördükleri ve hissettikleri ile de tekrar Türkiye'ye dönerek yardım çalışmalarını sürdürmeye devam ettiler. Bu heyette bulunan herkes, gelir gelmez, anılarının tazeliğiyle yaşadığı tecrübeyi ve görüşlerini de kaleme aldı.

İşte Bosna Yazıları, Ertuğrul Günay'ın editörlüğünde 1997 yılında bu yazıların bir araya getirilmesiyle ortaya çıktı. Kitabın son bölümünde ise fotoğraflar ve dönemin gazete küpürleri yer alıyor.

2012 yılında ikinci baskısı yapılan kitap, Bosna'nın yaşadığı korkunç döneme çok yönlü açıdan bakıyor. Bazı şeyler yaşanıp bitmiş gibi görünse de insanlığın asla unutmaması gereken tecrübeler bunlar. Aynı hataların, aynı duyarsızlıkların yaşanmaması adına da oldukça gerekli bu tür kayıtlar.

Yazıları okurken, olan bitenler hakkında şaşırtıcı ve düşündürücü pek çok detayla da karşılaşacaksınız.

Bosna İçin İnsanlık Girişimi heyeti üyeleri, Bosna'da yaşanan vahşete seyirci kalmayarak 18-25 Ağustos 1995 tarihlerinde oradaydı. Cesur ve duyarlı bu insanlara tekrar teşekkür ediyoruz.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Aklından Bir Sayı Tut

Sıkıldım bu ara kendimden, sıkıldım hayatımdaki mevzulardan, kafam dağılsın, belki dağılır dağılır böylece daha rahat toplarım diyenlere, orada burada tam konsantrasyonla okuyabilecekleri bir kitap.

Manhattan gibi kapitalizmin göbeğinde bir yerde, birçok reklam şirketinde yöneticilik yapmış, sonra da yüreğinin sesini dinleyip, eşiyle birlikte şehirden uzak kırsal bir kesime taşınmış olan Johnn Verdon'un ilk romanı. Akıcı anlatım, başarılı karakter çözümlemeleri ve tahminlerinizi son ana kadar şaşırtmayı başaran zekice kurgusu ile bu ara Sherlock Holmes'e de sarmış olan bana, daha modern bir polisiye havası getirdi. Roman boyunca gizemini koruyan 658 sayısı da ayrı bir merak katıyor olaya.

Bu arada kitaptaki karakterlerden Mark Mellery'nin, hayatımızda yaşadığımız acı ya da sıkıntılara cevap getiren bir olay örneklemesi ve analizi var ki, kitabın genel tarzıyla pek ilgisi olmasa da benim hoşuma gitti.

Verdon bir roman daha yazmış yakınlarda. Gözlerini Sımsıkı Kapat. Kapağından anladığım kadarıyla bu defa sayılarla değil, harflerle ilgileniyor.

Dediğim gibi, girin içine, kaptırın gidin kitaplarından biri...

EKSİK PARÇA


Eksik bir parçası vardı.
Ve mutlu değildi.
Aramaya başladı
eksik parçasını.
Yuvarlandı durmadan
şu şarkıyı söyleyerek;
Eksik parçamı arıyorum
Eksik parçamı arıyorum
Lay-lay-looo, çoktan gittim bile,
Eksik parçamı aramayaaa…
Geçtiğimiz aylarda kitapçıda "Eksik Parça" adlı bir kitap gördüm. İsmi ve tasarımı ilgimi çekince açıp baktım. Sayfalarda kısa cümleler ya da bazen bir kelime ile bir parçası olmayan bir daire vardı. Eksik parçası olan bu dairenin arayışını anlatıyordu. Ayaküstü tamamını okumama rağmen, satın alıp, kitabın bende kalmasını istedim.
Kitapların yazarı ve çizeri Shel Silverstein, 1930 Chicago doğumlu. 12 yaşından beri yazıyormuş. Kendisi bir şair, çizer, müzisyen, senarist, şarkı sözü ve çocuk kitapları yazarı. Eserleri pek çok farklı dile çevrilmiş. Kendine özgü ironik üslubu yazılarında, çizgilerinde kendini hemen belli ediyor. Okurları onu, seri katil suratlı, altın kalpli adam diye tanımlıyorlar.
Aramanın ve aradığını bulmanın doğasının araştırıldığı bir masal bu. Yumuşak bir dil kullanılmış. Eksik parçayı ararken ne bulunduğu yalın ve dokunaklı bir üslupla anlatılmış. İnsan varoluşunun bir parçası olan aramak, yolda olmak ve bulmak gibi aslında derin ve felsefi konular sade bir anlatımla sorgulanmış ve resmedilmiş. Çaresizlik, farklı olmak ve tamamlanmak gibi hemen herkesin hissettiği durumlara da değinilmiş.
Kitap, her yaştan insana hitap ediyor. Çocukların da yetişkinlerin de keyif alacağı türden.
İkinci kitap ise, “Eksik Parça, Büyük O İle Karşılaşıyor”… Burada da, Eksik Parça’nın yolculuğu anlatılmakta. Ait olduğu daireyi arıyor. Sonra da “Büyük O” ile karşılaşıyor…
Çok fazla bahsetmeyeyim. Zaten kitaplar çok kısa… Fakat içerdiği anlamlar çok derin. Her sayfada sizi hem gülümsetiyor, hem düşündürüyor. Tekrar tekrar okuma isteği yaratıyor.

Öncelikle çocuklarımıza verilmesi gereken bir hediye. Her iki kitabı da okurken,  herkesin kendi yolculuğundan bir şeyler bulabileceğine ve yoluna rehberlik edeceğine eminim.

31 Temmuz 2012 Salı

bir gün...

Son tutku kirlendiğinde
Son aşk bitirildiğinde
Son sevgi tükendiğinde
O zaman bedenin yenilebilir birşey olmadiğini anlayacaksiniz.

17 Temmuz 2012 Salı

Spice Curry House


BÜYÜLÜ BAHARATLARIN MUTFAĞI

Hint mutfağını hep sevmişimdir. Kimileri fazla karışık ve baharatlı bulsa da, öyle çok gizemli tadı barındırıyor ki içinde. Damağınıza değen her lokmada yeni lezzetler keşfediyorsunuz. Gerek tat çeşitliliği, gerekse görsel olarak rengarenk bir şölen bu.

Cezayir’den Türkiye’ye…

Spice Curry House, Ankara’nın tek Hint restoranı. Özellikle yabancıların ilgisini çeken bir yer. 7 yıldır hizmet veriyor. Sahibi ve şef aşçısı Amirouche Hamiti. Kendisi Cezayirli. Yıllar önce bir büyükelçilikteki aşçılık görevi için Türkiye’ye gelmiş. Burayı sevmiş ve restoran açmaya karar vermiş. TRT kanalında Dünya Mutfakları ve gençler için Pratik Lezzetler isimli programlar yapmış. Büyükelçilikler ve başka davetlerin organizasyonları için catering hizmeti de veriyor. Kuzey Afrika ve Thai mutfağına da hakim. Konuklarını güler yüzle karşılayan ve onlarla sohbet etmeyi seven sıcakkanlı biri.

Spice Curry House 10-12 masalı küçük bir yer. Oldukça sade dekore edilmiş. Ufak bir de bahçesi var. Mutfak açık, oturduğunuz yerden içerde çalışanları görebiliyorsunuz.

Hint Mutfağında Mercimek Bir Vazgeçilmez

Dört mevsime göre hazırlanmış menüdeki her şeyi gittiğinizde bulmanız mümkün. Hintlilerin “dal” diye adlandırdıkları mercimeğin dört ayrı çeşidi var: Sarı, beyaz, yeşil ve siyah. Bildiğimiz mercimekten biraz daha küçük ve kesimi farklı. Mercimek, Hintliler için çok önemli bir besin. İnançları gereği etten uzak olmaları onları bu protein deposunu kullanmaya yöneltmiş.

Yemeklerden önce masaya gelen "papadan ekmeği", nohut ya da mercimek unundan yapılıyor. Küçük daireler halinde, tacoya benzer şekilde, incecik açılıp yağda kızartılıyor. Kimyonlu ya da karabiberli de olabiliyor. Bana kalırsa sade olması daha iyi. Yemekler zaten yeterince baharatlı.

Başlangıçlarda "soğanlı bhaji" dikkat çekiyor. Bildiğimiz mücverin soğandan yapılmış olanı. Ama tabi içine zerdeçal, kakule, nane ve kişniş ekleniyor. Mercimekli börek, patates köftesi, sebzeli veya kıymalı samosa (üçgen bir börek) gibi tüm başlangıçlar ve papadan ekmeği, yoğurt ve chutney sos ile servis ediliyor. Chutney sos tatlı-ekşi, biraz marmelatı andıran bir sos. Farklı meyvelerden yapılıyor. Kayısı ve üzümlü, erikli ya da domatesli bu soslar gerçekten çok lezzetli ve başlangıçlara çok yakışıyor. Amirouche, bu sosları evine götürmek isteyenler için kavanozlarda satışa sunmuş.

Baharatların Sihirli Dokunuşları…

Ana yemekler de çok çeşitli. Vejeteryanların hoşuna gidebileceğini düşündüğüm seçenekler de bulunuyor. Baharatlar ve birbirinden değişik soslarla hazırlanan sebze veya tahıl yemekleri var.

Menüdeki diğer yemeklerden tereyağlı tavuk, bol zencefil, sarımsak, kırmızı tatlı biber, çemen otu ve krema ile hazırlanıyor. Bu malzemelere eklenen "gram masala" ise 13 çeşit farklı baharattan oluşan bir karışım. Çok az miktarda kullanıyor. Çünkü çok keskin bir kokusu ve tadı var. Ölçüyü kaçırmamak gerekiyor.

Tavuk korma ise kaju, fındık tozu, soğan, zerdeçal, safran, kakule, taze zencefil, yoğurt ve krema ile yapılıyor. Üzerine karamelize soğan eklenerek servise hazır hale geliyor.

Kuzu rogan ise her Hint restoranında mutlaka bulunan bir yemek. Yoğurt, limon suyu, tatlı kırmızı biber, tarçın, zencefil ve karanfille hazırlanan sosta yaklaşık 6 saat bekletilen kuzu eti, bu sosuyla birlikte 2.5 saat pişiriliyor. Tahmin edeceğiniz üzere et, harika bir kıvama geliyor. Üzerine gezdirilen yoğurt ile servis ediliyor.

Menüde deniz ürünleri de var. Körili somon ya da körili karidesi deneyebilirsiniz.

Tüm ana yemekler, yanında çörek otlu ve kimyonlu "naan ekmek" ile geliyor. Tabi pilavları da unutmamak gerek. Kimyonlu ve safranlı, hindistan cevizli ya da sade pilav da bu lezzetleri tamamlıyor.

Tatlılar ise yine menünün orijinalliğine yakışır lezzetlerden oluşuyor. Kulfi adı verilen Hint dondurması, hurmalı puding ve diğer baharatlı dondurmalar tadılmalı. Havuçlu helva ise Hindistan’ın tüm bölgelerinde düğünlerde ya da çeşitli kutlamalarda ikram edilen bir tatlı. Süt, havuç, kakule, badem ve beyazpeynirin bir araya gelmesiyle oluşan bu harika tat, değişik tatlı meraklıları için çok uygun. Yıldız anason ve misket limonlu cheesecake de restoranın kendine özgü tatlarından biri.

Restoranda alkollü-alkolsüz pek çok içecek bulunmakta. Ama gelmişken "mango lassy"yi denemeden ayrılmayın derim. Limon suyu, bol mango, yoğurt ve şekerle hazırlanıyor. Zaten mango Hindistan’da oldukça sevilen bir meyve.

Pazar ve Pazartesi günleri kapalı olan Spice Curry House, Hint mutfağını en iyi şekilde temsil ediyor.

Adres: Uğur Mumcu Caddesi

73/5 GOP-Ankara

Telefon: 0.312.446 68 85

(Yazı, "Multiculturel Guide" dergisi Haziran-Temmuz 2012 sayısında Onur's Choice köşesinde İngilizce olarak yer almaktadır)

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Orada...


Her kapı başka bir yüz,

her kapı bir gün başka bir güz



Bir kapınınsa hep ardında,

aranılan o ölümsüz...

Cunda, 2012

25 Haziran 2012 Pazartesi

La Flambée Restaurant


Fransız mutfağı, tarih boyunca Fransa'da geliştirilmiş, zenginliği ve çeşitliliğiyle ün salmış, yemek pişirmenin sanatsal yönünü ön plana çıkaran bir ulusal mutfak. Fransız mutfağının kökeni Orta Çağlara kadar uzanıyor. Fransa'nın Fransız Devrimi sonrasında Kolonileşme döneminde dünya sahnesindeki kazandığı gücüyle orantılı olarak gelişmiş. Napolyon Bonapart döneminde ün kazanmış Marie-Antoine Carême  gibi aşçılar haute cuisine (yüksek aşçılık sanatı) denilen özenli bir yemek tarzını geliştirerek Fransız mutfağına büyük katkılarda bulunmuşlar.
Bir araya getirdiği lezzetlerle, pişirme usulleri ve soslarla, farklı sunumuyla aşçılığı ve restorancılığı bir sanata dönüştüren Fransız mutfağının başarılı bir temsilcisi La Flambée…

Şef Laurent Petit’in Fransa’nın Valencienne şehrinden Türkiye’ye uzanan yolu, La Flambée’yi de Ankara’ya taşımış. Kendi ülkesinde ünlü bir şef olan Laurent, 2010 yılında kurmuş burayı. Kendisi Touquet Turizm ve Otelcilik okulunda eğitim almış. Aslında daha önce aynı isimde yıllarca, Valencienne’de Fransızlara sunmuş muhteşem lezzetlerini. Sonra da sadece gezme amaçlı geldiği ama hiç bilmediği bir ülkeye, Türkiye’ye yerleşmiş Laurent. Ve Ankara’da mesleğine devam etmeye karar vermiş. Türk olan eşi de, cesaret ve güç aşılamış ona bu süreçte.

Gaziosmanpaşa semtinde Hafta Sokaktaki restoran, bir villada hizmet veriyor.  Burası semtin sakin bir köşesinde yer alıyor. İçerisi kendine has ve özenli bir şekilde dekore edilmiş. Mekan, hem yalın, hem de kolay rastlanmayacak detaylara sahip. Şömine keyfi için yaylı, eski tip koltuklarda oturup sohbet edebilirsiniz.  Etraftaki beyaz ahşaplar ortama bambaşka bir sıcaklık katmış. Maviler, pembeler, turuncular derken canlı bir renk cümbüşüyle karşılaşıyorsunuz. Duvarlarda eski Fransız afişleri yer alıyor. Burada damak zevkinden önce görsel olarak da keyif alıyorsunuz.  Kendinizi evinizde hissedebileceğiniz bir atmosfer yaratılmış. Mekanın üst katı da sıcacık dekore edilmiş. Bu katta küçük bir balkon da bulunuyor. Aracınız için vale hizmeti de mevcut.

Burası tam bir Fransız mutfağı… Laurent Petit yemekleri kendisi yapıyor. Usta bir aşçı olduğu kadar güleryüzlü de. Ama tariflerini bir sır gibi saklıyor. Ürünlerin simyasının görülmemesi ve hayal edilememesi için işin teknik kısmını paylaşmamayı tercih ediyor.

Gelelim menüye… Camambert peyniri fondü, tütsülenmiş ördek, çömlekte kerevit, tavşan, ördek göğsü, toprak kapta patates gibi leziz tatlar yer alıyor. İki gün şarapta bekletilip, sekiz saatte odun ateşinde pişirilen bonfileyi ise mutlaka tatmalısınız.  Fransız mutfağı deyince akla gelen antrikot ise yine odun ateşinde pişiyor. Wok tavasında sotelenmiş sarımsak ve maydanozlu kurbağa bacağı, portakal özünde pişirilmiş ördek ciğeri de restoranın özelleri arasında. Badem likörü ve grand marnier özlü dondurma sufle, riboshe, portakallı sufle, kekikli ballı dondurma ve anneannesinin tarifi olan kuzey Fransa'ya özgü tartı da yemeğin üzerine deneyebilirsiniz. Aslında menü, mevsimin en taze ürünlerine göre değişiklik gösteriyor. Her gittiğinizde bir başka tatla karşılaşmanız da mümkün.  Gitmeden önce www.ankaralaflambee.com  adresinden Laurent’in konuklarına sunduklarının neler olduğuna bir göz atabilirsiniz. Bu arada restoranda, yemeğinize eşlik edecek olan nefis Fransız şaraplarının bulunduğunu da hatırlatayım.

Fransız mutfağının tüm özelliklerini taşıyan La Flambée’de şef Laurent Petit’nin yarattığı lezzetler harika. Ama daha da önemlisi gelenlerin kendilerini evlerinde gibi hissetmesi... Bu şirin Fransız restoranını rahatlıkla gidilecek yerler listenize ekleyebilirsiniz.

Hafta Sok. No:16 GOP/Ankara
Tel: 312 446 00 55

(Yazı, "Multiculturel Guide" dergisi Nisan-Mayıs 2012 sayısında Onur's Choice köşesinde İngilizce olarak yer almaktadır)

11 Mayıs 2012 Cuma

TARZ SAHİBİ DOĞULUR MU, TARZ SAHİBİ OLUNUR MU?


Moda silinir gider, sadece tarz aynı kalır…

Bu sözler, tarzını dünya modasına kazımış duayen Coco Chanel’e ait. Gerçek ismiyle Gabriel Chanel, gerek yaşam, gerek giyim tarzı konusunda ısrarcı olmasaydı, bu derece başarılı olur muydu acaba?

Grace Kelly, Audrey Hepburn, James Dean, Charlie Chaplin, Marlene Dietrich, Jacqueline Kennedy ve daha niceleri… Tarz sahibi denince dünden bugüne akla gelen birçok ünlü isim var elbette. Hatta yakın çevremizde de… Öyle ya, bir ortamda bazı insanların ismi geçince, onlarla birlikte çok net bir görüntü de gelir gözümüzün önüne. Yıllar içerisinde bazı değişiklikler, ufak dokunuş ve renk ilaveleri olsa da çizgileri bellidir genel hatlarıyla. Peki nedir onları diğerlerinden ayırt eden, kalabalığın içinde sivrilten? Küçük birer çocukken de mi böyleydiler? Yoksa tarz, bir kabuğu kırarcasına sonra mı çıktı içlerinden?

Tarz, kişiye özgü olandır. Özgü olan ise doğuştan gelir, zamanla şekillenir ve zenginleşir. O halde tarz sahibi olmak, kendin olmaktır. Van Gogh’un sarısı, Bach’ın her duyulduğunda tanınan vuruşları, Edgar Allan Poe’nun gotik kalemi, Mona Lisa’nın gülüşü gibi her yerde her zamanda biricik olmaktır. Kendin olmanın bilinci ve kararlılığıdır. Bu aynı zamanda bir barışıklık halini ve bir yaşam tarzını da beraberinde getirir. Bireysel özgürleşmenin yolu da buradan geçiyor sanırım.

Ruhun bedeni giydirmesidir tarz. O da ancak içten geleni ortaya koyarak mümkün oluyor. Moda ise birilerinin tarzından doğar. Modacıların, diğer insanlarda görmek istedikleri görüntü, dolaylı kendileridir aslında. Modayı alıp uyarlayan,  özgün hale getiren birey de yine tarzını yaratmış olur. Saç, yüz, vücut şekli gibi herkeste farklı olan özellikler özgün giysiler, renkler ve onu tamamlayan aksesuarlarla birleşince herkesin arasından sıyrılan görüntü ortaya çıkar. Bu noktada hem görünen, hem de gören memnundur.

Tarzı yaratan şey kişinin karakteristik özellikleri olduğuna göre, sadece ortayı çıkarılmayı bekleyen bir durum söz konusu. Kimi insan bunu çok küçük yaşta, kimisi de daha ilerleyen yaşlarda becerebiliyor. Alışılagelmiş kalıplardan sıyrılarak iç sesi, kişisel estetik bakışı yakalamak ve cesur olmak işin püf noktası. Bu spor çizmeler bu klasik elbiseyle olur mu? O tokayı taksam komik mi durur? Bu zincir beni çok mu asi gösterdi? Çantaya bayıldım ama yaşıma uygun değil… Bu modellerin modası artık geçti deniyor… Ve daha nice gelgitler yaşanır ayna karşısında. Siz yakıştırıyor musunuz kendinize ve taşıdıklarınız sizi temsil ediyor mu? Asıl sorular bunlar olmalı bence.

Beden ruhun elbisesi ise onu olduğuna en uygun şekilde göstermek gerekmez mi?

MU UYGARLIĞI



2012 yılına dair ortaya atılan ve kaynağını Maya takviminden alan bitiş ya da kimilerine göre başlangıç teorileri gündemdeyken, tarihin derinliklerine gizlenmiş bir yok oluş hikâyesi paylaşmak istedim: Mu Uygarlığı… Aslında birçoklarınca, tıpkı Atlantis gibi bir varsayım ya da efsane olarak görülen bu uygarlık ilk olarak, hayatını bu araştırmaya adamış olan Albay James Churchward tarafından konu edilmiştir. Gözü kara bir gezgin olan Churchward, Hindistan’da bulduğu ve tarih öncesi çağlardan kalma Naakal tabletlerini oradaki rahiplerden 2 senede öğrendiği Naga Maya dili ile tercüme etmiştir. Buna göre Pasifik Okyanusu’nda, Asya kıtası ile Amerika kıtası arasında ve Avustralya'nın iki katı büyüklüğünde bir kıta olduğunu anlatır. Tabletler, farklı uygarlıklara ait piramit ve anıtlarda bulunan semboller, yazılı belgeler, tarihi harabeler, jeolojik buluntular Grek, Hint, Babil, Pers, Mısır ve Yukatan uygarlıklarının, son derece gelişmiş Mu Uygarlığı’nın közleri olduğuna tanıklık etmektedirler. Churchward’a ve diğer teorisyenlere göre insanlığın anayurdu olan Mu, günümüzden 50.000 yıl kadar önce 64.000.000 kişinin yaşadığı bir uygarlığın beşiğiydi. Kayıtların bazıları, ilk insanın gizemli Mu topraklarında nasıl yaratıldığını da tanımlamaktadır ve bu kayıtlar, dünyanın her köşesinde bulunan yaratılış efsaneleriyle büyük benzerlikler göstermektedir.


Elde edilen buluntular ve diğer araştırma sonuçlarına göre karşımıza son derece ileri bir medeniyete sahip, coğrafi açıdan da muhteşem güzellikte bir resim çıkıyor. Buna göre Mu, geniş düzlükleri ve bereketli toprakları olan tropik bir kıtadır. Yüksek dağlar yoktur, topraklar büyük akarsular ve dereler tarafından sulanır. Alçak boylu ve renkli çiçekli ağaçlar, göz alabildiğince uzanan kumsallar ve palmiyeler vardır. Farklı türde kelebekler, küçük ötücü kuşlar, ormanlarda dolaşan mamut ve filler ile birçok canlıya ev sahipliği yapar. Kentlerde her tarafı örümcek ağları gibi saran dümdüz, mermer yollar vardır. Üzerindekilere her tür refahı sunan uygarlık, birbirinden ayrı fakat tek bir hükümet altında toplanan ‘on kabileden’ veya ‘halktan’ meydana gelmiştir.  Nesiller önce bir kral seçmişler ve isminin başına da ‘Ra’ ekini getirmişlerdir. Güneş demek olan bu kelime, Tanrının bütün niteliklerini simgeleyen sembol olarak kullanılmaktadır. Mu’da yaşayan herkesin dini aynıdır. Ruhun ölümsüzlüğüne ve eninde sonunda geldiği  ‘ulu kaynağa’ geri döndüğüne inanırlar. Mu halkı, gelişimlerini çok ilerletmiş, vahşilikten uzak, aydınlanmış bireylerdir. Fiziksel olarak ise, duru beyaz veya buğday tenli, yumuşak bakışlı, koyu renkli iri gözleri ve düz siyah saçlarıyla son derece güzel insanlardır. Bunun dışında sarı, kahve ve siyah derili başka ırklara mensup başka insanlarda vardır. Mu, dünya medeniyetinin, eğitimin, ticaret ve alışverişin merkezidir. Zengin sınıflar, birçok mücevher ve kıymetli taşlar takarlar, çok sayıda hizmetlinin eşliğinde etkileyici saraylarda yaşarlardı. İşte gücün ve görkemin zirve noktasına ulaştığı sıralarda, Mu toprakları büyük bir şok yaşar. Önce deprem ve volkanik patlamalarla sarsılır, sonra okyanustan gelen yıkıcı dalgalar karaya hücum eder. Önce kentler, sonra tüm doğa yerle bir olur. Araştırmacılara göre, arazinin düz olması sebebiyle aşağı doğru akamayan lavlar üst üste birikerek koni şeklini almışlar ve daha sonra volkanik kayalara dönüşmüşlerdir. Bu oluşum Pasifik Okyanusu’ndaki adaların bazılarında görülebilir.


İşte tüm bu doğal felaketlerin bir araya gelmesiyle, Mu, sular altına gömülür. Mağrur kentleri, tapınakları, sarayları, harika sanatları, ilimleri ve her çeşit ustalığıyla birlikte tabi… Bunlardan kurtulabilen bir avuç insan ise, her şeyin sıfırlandığı topraklarda ilkel bir şekilde hayatlarını sürdürmeye çalışıp, sonra dünyanın başka yerlerine giderler.


Hikâyenin daha birçok detayı var elbette. Tüm bunlar, halen Pasifik Okyanusu’nda var olan adalarda bulunan bazı anıtlardan, yazıtlardan, başka topraklarda ve medeniyetlerde bulunan el yazmalarından yola çıkarak ortaya atılmış. Hatta Darwin’in teorisine göre de Pasifik’teki bu adalar, sulara gömülmüş bir kıtanın su yüzeyinde kalan bölgeleri imiş.


Eğer böyle bir medeniyet gerçekten var idiyse, neden yok olmuş olabilir? Doğal felaketler yüzünden mi?  Yoksa insan aklının almadığı mistik sebeplerden mi?


Tibet Lhasa’da bir Budist Tapınağı’nda ünlü Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından bulunan ve tercüme edilen Lhasa belgesinde, Mu ülkesinin yok oluş hikâyesi detaylıca anlatılır ve yine bu belgede yazdığına göre halkın umutsuzca yalvarışlarına cevap veren  bilge Mu onlara der ki; “Küllerinizden yeni uluslar doğacak ve üstünlüğün bir şeyler edinmekle değil, vermekle kazanıldığını onlar da unutursa, başlarına aynı şeyler gelecek…”


Bütün bunlar birer efsane olarak kabul edilse bile, bilge Mu’ya katılmamak mümkün değil.  Sürekli kendilerini besleyen ve sahip olduklarını dünyanın kalanıyla paylaşmayan toplumlar her zaman felaketlerle olmasa da bir şekilde tükenmeye mahkûmlar. Tarih bunun başka örnekleriyle de dolu. Sanırım, Mu Uygarlığı da bir süre sonra bu tükenişi yaşadı.


Ben, 21 Aralık 2012’de veya sözü geçen farklı tarihlerde bir yok oluş değil, aksine yeniden doğuş ve aydınlanma olacağına inananlardanım.


İşte bu aydınlanmaya giden yoldaki farkındalıklardan biri: Paylaştığımız kadar varız…

3 Mayıs 2012 Perşembe

An'ın...


Tam durduğun yerde,

Tam olduğun gibi,

Tam da bulunduğun anda,

Gördüğündür gerçeğin.

Eşsizdir, senindir ve sonsuzdur…

4 Nisan 2012 Çarşamba

Burada yazılanların gerçek “Aşk” ile tanışıklıkları yoktur.


Birine karşı duyulan tutkunun alışkanlık haline gelmesi, bu davranış ve hissetme biçiminin saplantıya dönüşmesidir genelde aşk diye adlandırılan. Burada bahsi geçen aşk, basit bir duygu halidir. Böylesi bir aşk, tutkular doyurulana kadar ivme kazanır. Bu doyma hali sabit seviyede kalmaya devam ettiğinde tutku hafifler, hatta gözden kaybolur. Bir sonraki kaçma, kovalamaca ya da yoğun özlem haline kadar. Arada yaşanan kırgınlıklar, alınganlıklar, kavgalar hep bu rutin dönemde olur. Özlem baş gösterince ya da kıskançlık, tutkular yine alevlenir. Bazen de taraflardan birinin uzaklaşması veya kaybedildiğinin zannedilmesi de diğerini cezbeder. Olanların üstüne kırmızı bir şehvet perdesiyle birlikte inen geçici hafıza kaybıyla hikâye yeniden başlar. Böyle devam eder gider. Taraflardan biri vazgeçene kadar. Yorucu ve yıpratıcı bir süreçtir haliyle.


Aşık olunana karşı duyulan birleşme isteğinin içinde, ona ve aslında hayata dair henüz yaşanmamış ya da yarım kalmış birçok şeyin özlemi de vardır. Önce sembolleştirilen aşık olunan kişi, bazı durumlarda idolleştirilir de. Her anlam, onun üzerinden işlevini bulur adeta. Bağlılık bağımlılığa dönüşürken, aşık olanı sinsice ele geçirir.


Bir bönlük ve körlük halidir bu tür aşk. Varoluşu pembe bir gaz ve toz bulutu içerisinde arayan şaşkın bir bakıştır. Doğanın üreme oyunudur. Kimyadır, ilkeldir. Gelir, avlar, sonra da çeker gider. Heyecanı, hazzı ve acısıyla birlikte. Aldatıcı, esir edici, aciz düşürücüdür. Aşkınsa tüm bunlar umurunda değildir.


 Böylesi bir aşk fütursuzdur.


Oysa gerçek aşk böyle bir şey değildir.
Aksine her paylaşımda çoğalır.
Aksine her dokunuşta hasret katlanır.
Gerçek aşk, ucuzlatmaz, YÜCELTİR...

2 Şubat 2012 Perşembe

22 Ocak 2012 Pazar

İki Elektron

Basit bir kuantumdu,

Tüm o gelişlerin.

Yine aynı hesaptandı,

Kendini bilmez gidişlerin.


Anladım tabi olmazmış,

Tek vagonda aynı duygu,

Asla barınmazmış.


Sevgi billurlaşır oldu zamanla

Bu hareketli çapraz mekanikte.

Durduğumuzdaysa göremedik

O kocaman bizi gözlerimizde.


Şimdi sihri çözenlerin

Müthiş işgüzarlığıyla

Unutuyorum seni bir daha

Sırf, o vagona dön diye.


Ve hatırlıyorum artık yine

Kendi haline konuverilenin,

Hep orada kalacağını...

bendesin...

Sen, keşfedilmemiş kendinde,

Ben, olanaksız bildiğinin peşinde...

Sen, çare gördüğün vazgeçişlerde,

Ben, birgün göreceğin umudunda...

Sen, kurtulamadığın dallara dolanmış,

Bendeyse sen, kalbimin ufacık sonsuz uzayındasın...

2 Ocak 2012 Pazartesi

yoktun...

Açtığın boşluklar

Kocaman bir göl oldu.

Issız, yeşil, nemli...


Nilüferler serpiyorum şimdi oraya

Bir daha gülümseyebileyim diye...