8 Temmuz 2010 Perşembe


............

Yazdan kalma bir Eylül günüydü. Bunaltıcı bir sıcağın da etkisiyle kanepeye yayılmıştı. Uyuyakalmış olmalıydı. Nereden geldiğini anlamadığı seslerle gözlerini açtı ve yerinden doğruldu. Yanındaki sehpada duran sürahideki, günlerdir beklemiş suyu alıp kafasına dikti. Sesler hala devam ediyordu. Üst kattan geliyor olmalı diye düşündü. Bir kadın ve bir erkeğin tartışmasını duyuyordu. Boğuktu sesler. Ara ara yükseliyor, bazen bir kadının ağlamayla karışık iniltisine dönüşüyordu. Yukarıdaki 7 numaradan geldiğine artık emindi. Zaten alt dairenin bir süredir boş olduğunu biliyordu. Aslında pek de kimseyi tanımaya çalışmamıştı bu binada. İki yıldır yaşadığı, bu sekiz daireli eski apartmanda birileriyle karşılaşmamak için çoğu zaman özel bir çaba da sarf ederdi. Şimdiyse gecenin sessizliğini bozan bu seslerin sahiplerini merak etmişti. Birden her şey sustu. Büyük bir şiddetle çarpılan kapının ardından, merdivenden inen kişinin ayak seslerini duydu. Tartışma sona ermiş olmalı, dedi içinden. Biraz da rahatlayarak balkona çıktı. Sigarasını tam yakmak üzereyken üst katın balkonundan ağlama sesleri geldiğini duydu. Az önceki tartışmanın taraflarından biri olmalıydı. Ağlamanın şiddeti gittikçe artıyordu. Kendini kötü hissetti. Balkonun demirlerine yaklaşıp başını yukarıya doğru kaldırdı. Kimseyi görmedi, tekrar içeriye doğru yönelmişti ki büyük bir şangırtıyla olduğu yerde kaldı. Ağlama sesini de duymuyordu artık. İyice endişelenmişti. Ani bir kararla evden çıkıp, yukarı çıkan merdivenlerde buldu kendisini. Oysa ki bu tür olayların hep dışında kalmayı tercih ederdi. Bu defa kendisini neyin harekete geçirdiğini anlayamamıştı. Kapıyı çaldı telaşla. Herhangi bir ses duyamayınca tekrar çaldı. Acaba içerideki kadın kendine bir şey yapmış olabilir miydi? Üçüncü çalışında kapı usulca aralandı. Bezgin bir kadın sesi, yüzünü göstermekten çekinircesine - Buyurun? diyebildi sadece... Önüne dökülmüş dağınık siyah saçları yüzünün seçilmesini engelliyordu.

- İyi akşamlar... Alt komşunuzum. Gürültüleri duydum ve belki yardıma ihtiyacınız olabilir diye bakmak istedim.. Rahatsız ettim sanırım.. İyi misiniz?

- Bana bir sigara verirseniz daha iyi olacağım.

- Elbette...

Paketi şaşkınca cebinden çıkardı, uzattı. Titreyen bir el kapının aralığından telâşla sigarayı aldı. - Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim.

- Bir şeye ihtiyacınız olmadığına emin misiniz? Yapabileceğim herhangi bir şey varsa....

Cümlesini tamamlayamadan aralık kapıdan gördüğü büyük bir kertenkeleye benzer yaratığa gözü takıldı. Yanılıyor muydu yoksa gerçekten içeride tuhaf bir sürüngen mi dolaşıyordu? Kadın birden:

- Aslında bana yardım edebileceğiniz bir konu var. Az önceki duyduğunuz ses kırılan cam bir kafesti. Bir bukalemunum var da... İçeriye gelmek ister misiniz?

- E, evet tabi.

Biraz tedirgin eve girdi. Demek az önce gördüğü hayvan bir bukalemundu.

İlginç bir evdi. Kendi dairesiyle aynı plana sahip olmasına rağmen, öyle farklı döşenmişti ki, aynı bina değil aynı ülkede olduğuna bile inanamazdı. Dünyanın bir çok yerinden toplanmış maskeler salonun tüm duvarlarını kaplamıştı. Büyük saksılardaki görkemli bitkiler, kocaman uzun mumlar, köşede duran fil şeklindeki sehpanın üzerinde yanan tütsüden yayılan koku, bir yandan da her yere hakim olan mor, bordo ve altın sarısı renklerin uyumu onu büyülemişti. Bu ortamı bozan tek görüntü, salonun tam ortasındaki kocaman bir akvaryuma benzer eşyanın kırılmış haliydi. Camlarla beraber etrafa kuru dallar da saçılmıştı.

- Size yardım edeyim, diyerek yere eğildi ve cam parçalarını toplamaya başladı. Kısa bir sürede tüm kırıkları toplamışlardı.

- Çok teşekkür ederim, dedi kadın usulca.

- Rica ederim ama şimdi bukalemununuzu bu gece koyacağınız bir yer bulmamız gerekiyor.

- Dert etmeyin… Bu gece idare eder. Ayarlarım ben.

Bir şey içmek ister misiniz? Sanırım birinin bana arkadaşlık etmesi iyi gelecek.

- Bir kahvenizi içerim ama siz gerçekten iyi misiniz?

Sorusunun yanıtı kısa bir sessizlik oldu sadece. Daha sonra kadın, soruyu hiç duymamış gibi konuşmaya başladı:

- Bukalemunlar aslında yalnız yaşayan hayvanlardır. Ürkek ve yavaştırlar. Korkutulduklarında tıslar ve renk değiştirirler. Evet. Sanırım daha iyiyim şimdi. Nasıl olsun kahveniz? dedi ve gülümsedi hafifçe. Adım Berna, ya sizinki?

- Murat... Sevindim tanışmamıza. Tuhaf bir akşam oluyor benim için.

- Benim için de, diyerek mutfağa yöneldi.

Birazdan elinde kahvelerle döndü.

Bu arada bukalemun hâlâ evin bir yerlerinde dolaşıyordu.

- İyi oldu aslında kafesin kırılması, diye söze başladı Berna. Camdan yapılmış olması ona sıkıntı veriyordu zaten. Daha uygun bir şeyler bulmalıyım.

- Bu konu hakkında hiçbir bilgim yok. Hatta bir bukalemunu ilk kez canlı olarak gördüğümü söyleyebilirim.

- Çok benziyoruz onunla birbirimize. Yanlarına başka bir bukalemun konulduğunda strese girip iştahsız hale gelirler. Tıpkı benim gibi. En sevdiğim özelliğiyse, iki gözünü birbirinden bağımsız hareket ettirebilmesi... Nereye baktığını asla bilemezsiniz. Sizi izler gibi görünürken, bir yandan diğer gözüyle de lezzetli bir ava kilitlenmiştir.

Berna’nın bunları söylerken ki ses tonundaki tuhaflık içini ürpertmişti Murat’ın. Ben artık gitsem iyi olacak, diyerek oturduğu minderden doğruldu. Kafası karışmıştı. Az önceki duyduğu tartışma neydi? Kiminle, ne için yapılmıştı? Bu kafes niye kırılmıştı ve yarım saat öncesine kadar hıçkırıklarla ağlayan bu kadın nasıl bu kadar çabuk sakinleşmişti?

Tam ayağa kalktığı sırada daire kapısından gelen bir anahtar sesi duydu. Az önceki giden adam olabilir miydi? Öyleyse benim ne işim var burada, diye düşündü. Bunu düşünmek için geç kalmıştı. Gelen adam kapıyı kapattı. Murat’ı gördüğüne hiç şaşırmamış gibiydi. Suratı terliydi. Hiçbir şey söylemeden bir kanepeye attı kendisini. Berna’ya baktı, gülümsedi. Berna’nın gözleri sakin ve kaygısızdı. Az sonra olacakları bilir gibi bakıyordu. Murat kapıya doğru yavaşça yürüdü, tokmağı çevirdi, kilitliydi. Adamın parmaklarının arasından anahtarların şıkırtısı duyuluyordu.

07/12/2007/Ankara

ŞAL

- Hanımefendi, uyanın. Yeni yolcularımız geldi. Bayan, lütfen uyanır mısınız?

Nerede olduğumu hatırlamakta zorlandım bir an. Çok uzun sürmedi. İki koltuk boyunca kıvrılıp yattığım yerden kalkıp kendime ait olan koltuğa oturup, bana seslenen görevliye ve yanıma gelen yolcuya bakmadan yüzümü cama dayadım. Yine kapattım gözlerimi. Aslında artık uyumuyor, sadece hatırlıyordum. Biner binmez uyumuştum. Düşünmemek için sadece. Daha fazla ağlamamak için… Üzerimdeki yün, siyah şalı boğazıma kadar çektim. Sarıldım ona. Anneminmiş bu.

Gözlerimi açtım hafifçe. Gecenin karanlığında camdaki yansımamda bile belli olan akan makyajımla ve şiş yüzümle karşılaştım… Ne hale gelmiştim böyle. Ben…

Yaşamındaki anların kontrolü başkalarında olan, buna karşı çıkmaya cesareti veya gücü olmayan kadınlar vardır. İçlerinde hep bir burukluk, hep bir eksiklik, bitmez bir iç sızısı yer eder. Bakışlarında görürsünüz bunu. Ama durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmazlar. Ne zaman yolun bir yerinde yorulmuş, yılmışlardır bunu ise asla bilemezsiniz. Hiçbir zaman o mücadele, o karşı çıkış halindeyken kesişmemişsinizdir onlarla. Belki hiç olmamıştır bu ama yine de tuhaf bir şekilde sizde uyandırdıkları his, bir zamanlar bir yerlerde savaş meydanına çıktıklarıdır. Yine de o an gördüğünüz, sözüm ona başkaldırılarının bile yenilgiyle sonuçlandığının bir resmidir. Oldum olası acımış, üzülmüşümdür bu tip kadınlara. İçten içe onlar gibi olmamanın bana göre haklı gururunu yaşamış, onların çaresiz, zavallı duruşları kendimi daha güçlü görmeme yol açmıştır. Öyle ya, insan dediğin, hele hele kadın dediğin tuttuğunu koparmalı, ne isterse yapabilmeli. Tek bir doğru vardır ya sanki. Ve herkes buna göre yaşamalıdır ya… Peki ya şimdi ben, nasıl bu kadınların yüzünü görüyordum kendimde.

Durduk… Durmuşuz. Nice sonra fark ettim. Yine bir istasyon, yine yeni yolcular. Yol arkadaşıma baktım. Başı bir yana düşmüş, hafifçe hırlayarak uyuyor. İşte, bu… Kim olursan ol, uyursun, yemek yersin, tuvalete gidersin… Ayrı görünsek de aynıyız.

Uykum kaçtı. Ayağımın altında duran çantama yöneldim isteksizce. Elimin aradığı telefonum oldu ilk önce. Hiç kimse aramamıştı. Bir zamanlar benim için şaşırtıcı olan bu durumu yadırgamadım hiç. Usulca yerine koydum. Saate baktım. Sabahın 3’ünü gösteriyordu. Yaklaşık dört saatim daha vardı. Yerimden kalktım, şalı koltuğuma bırakıp, yanımdakinin ön koltuğa doğru uzattığı bacaklarının üzerinden ustaca bir hamleyle atladım. Yürüdüm vagon boyunca. Sağlı sollu koltuklarda, kimi uyuyan, kimi düşünen, kimi okuyan insanlara bakarak. Kapının düğmesine bastım, tıslayarak ve gürültüyle açıldı. Daha kaç vagon geçtim böyle bilmem. Nereye gideceğini bildiğin zaman saymıyorsun böyle şeyleri.

Oturdum boş masalardan birine. Dünden beri bir şey yemediğimi hatırlayıp, bir şeyler ısmarladım. Kimseye fark ettirmeden, masanın altına doğru eğilip, kocaman çantamın içinde kaybolarak akan makyajımı temizledim. Keşke kızarmış gözlerim için de yapabileceğim bir şey olsaydı.

Karşımda yorgun ama keyifli yüzler vardı. Bir süre göz ucuyla insanları izledim. Onlara dair kurduğum hikâyelerin içinde tam kaybolmuşken, ‘oturabilir miyim’ diyen zarif ve ince bir kadın sesiyle masaya döndüm yine. Yanıt alamayınca cümlesini tekrarladı:

- Merhaba, oturabilir miyim kızım?

- Aa, affedersiniz, tabi buyurun.

- Teşekkürler, dedi hafifçe ama içten bir tebessümle.

Tanımadığım insanlarla bazen olmadık bir samimiyete girerdim, bazen de aman ne olur bana ilişmesin deyip elinden geldiğince kaçardım sohbetten. Şu an iki durumda da değildim sanki. Yine de elim çantama doğru uzandı ve aylardır bitirmekte zorlandığım kitabı çekti çıkardı. Kaldığım yeri bulup, kitaba diktim gözümü. Okumuyor ya da okusam dahi kendimi vermekte zorlandığımdan, anlamıyordum. Meşgul görüntüm amacına ulaşmış, karşımdaki kadın, camdan dışarıyı seyretmeye dalmıştı. Bir süre sonra göz ucuyla onu incelerken buldum kendimi. Açık kumral dalgalı saçları hafifçe toplanmıştı. Yer yer beyazlar seçiliyordu. Yeşil gözleri, altın sarısı metal çerçevenin camlarının ardından dalgın ama huzurlu bakıyordu. İlk bakışta göremediğiniz ama sonra sonra içinize işleyen yılların eskitemediği, yıpratamadığı bir güzelliği vardı. Yüzünün her detayına, bakışına, vücudunun duruşuna, öyle dengeli dağılmıştı ki bu güzellik, kusursuz bir bütün oluşturuyorlardı. Üzerinde tozpembe ipek bir gömlek vardı. Başını cama dayayıp yavaşça kapattı gözlerini. Belli ki o da çok yorgundu.

- Pardon hanımefendi. Yemekleriniz…

Elinde kocaman bir tepsiyle, sabahın bu saatinde hala itinayla servis yapmaya çalışan garsonla göz göze geldik. Elindekileri usulca bırakıp, başka bir şey isteyip istemediğimi sordu. Teşekkür ettim. Garson, kadının uyuduğunu görmüş olmalı ki, ona bir şey sormadı ve dönüp gitti. Önümdeki yemeğe baktım iştahla. Günlerdir ne yediğimin farkında bile değildim. 10 dakika içinde ne varsa silip süpürmüştüm. Ne gariptir şu beden. Sen ne yaşarsan yaşa, o da kendini yaşatmak için akıl almaz bir mücadeleye girer. Çoğunlukla pes edersin sonunda.

Kadına baktım yine. Kapalıydı gözleri hala. Garip bir enerjisi vardı. Masaya oturduğu andan itibaren hissetmiştim bunu. Bir anda son günlerde olanları düşünmez olmuş, ateşli bir hastalıktan çıkmış gibi kendimi iştahla yemeğe vermiştim.

Kitabı tekrar açtım. Kararlıydım bu defa bu bölümü bitirmeye.

- Kızım, benim için bir bardak su isteyebilir misin?

- Elbette. Garson! Bakar mısınız? Su alabilir miyim?

Uyanmıştı. Belki de hiç uyumamıştı. Bana teşekkür edip, gelen suyu içti ağır ağır.

- Çok okurdum bir zamanlar, diyerek elimdeki kitaba baktı.

- Ah, evet, bende dedim. Ama artık ayda, bir kitap bitirirsem iyi sayıyorum kendimi.

- Böyle düşünmek için fazla genç değil misiniz? dedi gülümseyerek. Ya da çok yoğun olmalısınız. Okumanın keyfine varan biri bundan çok zor vazgeçer.

Anlattım ona, genç yaşıma rağmen yılların üzerimde bıraktığı yorgunluğu ve son zamanlarda yaşadıklarımı. Tanımadığın birine anlatmak iyi gelir derler ya, bu ondan da iyiydi. Öyle sakin ama bir o kadar dikkatle dinliyordu ki. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak istercesine. Mimikleri yerli yerinde kullanıyor ama anlatımımın bundan etkilenmemesi için ölçülü tutuyordu onları. Tüm zerafetine rağmen sıcaktı. Uzun zamandır unutmuş olduğum, uzun zamandır yaşamadığım bir sıcaklığı vardı.

- Peki ya aileniz? Onlar neredeydi bu süreçte?

- Yolun bir yerinde ayrıldık işte. Herkesin tamamlaması gereken bir yolu vardır, kim olduğunu anlamak için. Onların da artık burada yapacakları daha fazla şey kalmamış olmalı ki gittiler…

Büyük bir bilgelikle baktı yüzüme. Haklısın dercesine başını hafifçe salladı. Pek konuşmuyor, ufak ama yerinde sorularla beni konuşturup dinliyordu. Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Cebimden müzik çalarımı çıkardım. Sevdiğim bir filmin, onlarca dile çevrilmiş o hüzünlü şarkısını buldum. Hiç tanımadığım insanları, görmediğim kentleri, yaşamadığım aşkları hayal edip ağlardım bu şarkıda. Ne garip, insan bilmediğini özler mi? Özlüyormuş işte.

- Siz de dinler misiniz?

Uzattığım kulaklığı gülümseyerek alıp taktı. Melodiyi duyar duymaz kaşları kalkıp, dudakları muzipçe birleşti. Yüzünü hasret dolu bir bakış kapladı.

-Çok severim bu şarkıyı.

Gözlerimin içine baktı. Şefkatle ve sevgiyle. O an öyle bir şey oldu ki, içimdeki gücü, sevgiyi, huzuru, barışı, uyumu, dengeyi ve güveni bir anda geri kazandım. Olanı hatırladım belki de.

Soğuk rayların üzerine güneş vurmaya başlamıştı artık. Bizden başka bir adam daha vardı vagonda. O da masanın üzerine başını dayamış, derin bir uykudaydı. Garip bir duygu kapladı içimi. Olmadığım kadar iyiydim onunlayken. Şimdi fark ediyordum bunu. Ama yolumuz az kalmıştı ve ineceği istasyondan sonra belki karşılaşmayacaktık bile bir daha. Bu kaygıyla olsa gerek, nihayet onun hakkında bir şeyler sormak istedim. Bir yandan bencilliğimden de utanmıştım.

- Siz, siz nerede… diye başladığım cümlem yarım kaldı. Başı soğuk camda, yine uykuya dalmıştı. Bir cennet olduğunu bilseydim, onun uyurken orada olduğuna kalıbımı basardım.

Ben de kapadım gözlerimi.

Rüyamda sevdiğim bir arkadaşımla yürüyorduk bir vadide. Bir tepeye çıktık. Yeşilin ve sarının tüm tonları vardı. Alabildiğine geniş düzlüklerde uzanan ayçiçeği tarlaları ve uzaklarda sakin, mutlu köylerin siluetleri vardı. Yürümeye devam ettik ağır ağır. Bir süre sonra ayaklarımın yerden kesildiğini fark ettim. İlerliyordum ama adımlarım boşluktaydı. Korkmadım ama şaşkınlıkla, toprağa basarak yürümeye devam eden arkadaşıma dönüp baktım. Gayet normal bir ifade vardı yüzünde. Sanki böyle olduğunu daha önceden biliyor ve bunca zamandır benim de fark etmemi bekliyor gibiydi. Devam ettim. Biraz daha yükseldim. Yükselip alçalıyor, arada toprağa değiyor ama hiç durmadan yürüyordum. Bunu kontrol etmeye başladıkça daha keyifli hale geliyordu. Yüzümde koca bir gülümseme olduğunu hissedebiliyordum.

- Hanımefendi, son istasyon.

Gözlerimi araladım, tamam dercesine başımı salladım. Hâlâ gülümsüyordum. Birden karşımda olmadığını fark ettim. Etrafıma baktım. Yoktu. Önceki istasyonlardan birinde inmiş olmalıydı. Onu yine görebileceğimi umarak garsona seslendim:

- Bakar mısınız? Benimle oturan hanım nerede indi acaba?

- Hangi hanım?

- Burada tüm gece sohbet ettiğim hanım. Hatırlamıyor musunuz onu?

- Anlayamadım kusura bakmayın. Siz burada hep yalnızdınız.

Daha fazla üstelemedim. Teşekkür ettim. Uzaklaşırken, birkaç kez dönüp baktı bana.

Bir an bile tereddüt etmedim. Garsonla konuşurken üzerimdeki siyah şalın sıcaklığını hissediyordum.

2009

1 Temmuz 2010 Perşembe

O.

Lady O. , eteklerini düzelterek yavaşça koltuğa oturdu. Önündeki küçük, yeşil masada duran şarap kadehinden bir yudum alıp, merakla bekleyen Sir S.’yle göz göze gelmemeye çalışarak anlatmaya başladı:

Çok uzun zaman önce, sık sazlıklarla örtülü bir bataklıkta Venüs isimli bir etobur bitki yaşardı. Çok çeşitli canlının yaşadığı ve beslendiği bu nemli, pis kokulu, çoğu zaman puslu ortamı, diğer türdeşlerinin aksine hiçbir zaman sevemedi. Etrafındaki diğer canlıları izlerdi hep. Balıkçıllara hayranlık duyardı. İnce, uzun bacaklı, kocaman gagalı, aceleci kuşlardı onlar. Arkalarından bakardı, hüzünlenirdi onlar giderken. Gitmelerine değil, kendisinin kalışına üzülürdü.

İki yana açılmış bir başı vardı. Yaprakların içi kan kırmızısı, dış yüzeyi can alıcı bir yeşildi. Tam bir kapan görünümündeydi ama, bunu tuzağına düşen canlılar asla fark etmezlerdi. Çarpıcı renkleri sayesinde onu görmeden geçmek mümkün değildi. Böcekler, sinekler onun göz alıcı renklerine doğru gelir, kokusuyla büyülenir, lezzetli özsuyundan tatmak isterlerdi. İşte tam iki kanadının arasına doğru konduklarında Venüs, yapraklarını kapatır, kafesine hapsederdi onları. Neye uğradığını anlayamayan tutsak, yavaş yavaş sindirilerek, sonunda yok edileceği kaderini yaşamaya başlardı o an. Acımasız gibi görünse de doğası buydu onun. Yaşaması için, yok etmesi gerekiyordu.

Bir gün, sazlıkların gerisinden sesler geldi. Daha önce hiç görmediği bir yaratık türü vardı karşısında. Bir kurbağaya seslenip sordu:

- Bu da kim böyle?

Kurbağa sakince cevapladı:

- O mu? O bir insan. Bizden çok farklılar. Pek fazla merak etmemeni öneririm sana. Hatta varlığını bile fark etmeleri bizim gibiler için tehlikelidir. Ne yapacakları hiç belli olmaz. Eline düşmeye gör sen, dedi ve bir taşın üstüne zıplayarak oradan uzaklaştı.

O günden sonra Venüs’ün kafasında hep insanlar oldu. Onları merak etti. Neler yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını. Eskiden balıkçılları kıskandığını sanırdı. Ama onların hiçbir cazibesi kalmamıştı gözünde. Artık tek isteği insanlarla ilgili bir şeyler öğrenebilmek ve bir gün belki onlardan biri olabilmekti. İlerleyen günlerde, bataklığın yakınlarında yine insanlar gördü. Bedenlerine, hareketlerine baktı uzun uzun. Çıkardıkları sesleri dinledi. Ne de farklı dünyaları var diye düşündü. Etobur bir arkadaşı vardı hemen yakınında. Ona seslendi bir gün:

- Hey, benim de bir insan olma şansım var mı sence?

Diğeri küçük bir kahkaha attı ve ona dönerek:

- Bu zor bir iştir ama çok istersen belki Beyaz Cadı senin için bunu yapabilir. Yine de böyle bir şeyi istemeden önce iyi düşün. Ben hiçbir zaman aklımdan bile geçirmedim, kendimden o kadar memnunum ki, dedi ve yapraklarının arasına konmuş bir sineği hapsederek afiyetle yemeğe koyuldu. O an Venüs, bunu ne kadar istediğini daha iyi anladı.

Lady O. , burada kesip, kadehinden bir yudum daha aldı. Sir S. gözlerini ondan hiç ayırmadan hikâyenin devamını merakla bekliyordu. Uzun bir sessizlik oldu. Sir, bakışlarını Lady O’nun üzerinde gezdirdi. Mor elbisesine ve beyaz dantellerle süslü kollarına baktı. Kadife bir tenin üzerinde, kadifenin ne kadar sönük kaldığını düşündü. Açık omuzlarına dökülen koyu saçlarına baktı. Buklelerin arasında kayboldu. Bu kadını neden bu kadar istediğini ve onda farklı ne olduğunu düşündü. Onun nasıl olup da, yaşına rağmen bu denli genç ve güzel kaldığını, duyduğu anda kendini kollarına atmasına sebep olan kokusunu, sevişirken aldığı büyülü tadı geçirdi aklından. Sir’in kendisini izlediğinin farkında olan Lady, gözlerini sürekli ondan kaçırıyordu. Şatonun soğuk duvarlarına baktı ve tekrar anlatmaya başladı:

Aradan aylar geçmişti. Venüs, isteğinden hiçbir şey kaybetmediği gibi, Beyaz Cadı’ya ulaşmanın yollarını araştırmaya başlamıştı. Bataklığa gelen her hayvana bunu iletiyor, onu gördükleri takdirde mutlaka yanına getirmelerini istiyordu. Ama bu çabalar sonuçsuz kaldı. Ta ki, Venüs bir gün dayanamayıp, köklerini topraktan ayırmaya çabalayana kadar. İşte o gün Beyaz Cadı’yı hiç ummadığı anda karşısında buluverdi. Uzun beyaz bir elbise, beyaz taşlardan yapılma bir kolye, iki yanından beyaz otların sallandığı, yanlara doğru sivrilen tuhaf bir şapka. Ellerine baktı. Uzun ince parmakları vardı. Ayaklarını göremiyordu. Eteği onları kapatmış olmalıydı. Ama sanki yere basmıyor, hafifçe havada süzülüyor gibiydi.

Bembeyaz teni ve beyaz giysilerine tezat, kıpkırmızı dudaklarını aralayarak konuşmaya başladı:

- Uzun zamandır seni duyuyorum Venüs. İsteğinden emin olmanı bekledim gelmek için. Bugün artık anladım ki, sen kararından eminsin. Yine de bunu gerçekleştirmeden önce, söyleyeceklerimi sakın unutma!

Venüs iyice sabırsızlanmaya başlamıştı. Nihayet bir insan olacak ve bu sıradan yaşamından kurtulacaktı. Onlar gibi düşünmek, hissetmek, konuşmak, dokunmak istiyordu. Tüm bunlara kavuşmasına çok az kalmıştı. Beyaz Cadı sözlerine devam etti:

- Az sonra uğrayacağın değişimden sonra bu bataklığa ait olmayacaksın artık. Değişiminin geri dönüşü yoktur. İnsanlar gibi bir bedene sahip olacaksın, onlar gibi konuşup, onlar gibi davranacaksın. Ama önceki hayatının izlerini de taşıyacaksın. Bunlar senin için, onların arasında kimi zaman bir avantaja dönüşecek. Kimi zaman da verdiğin bu kararı acıyla sorgulayacaksın.

Bir an sözlerini kesti ve karşısında ona boş gözlerle bakan Venüs’ün, son söylediklerini pek de kavrayamadığını fark etti.

- Sanırım yaşarken demek istediklerimi daha iyi anlayacaksın, diyerek ona son kez baktı. Kararlılığını gördü ve elindeki küçük şişeyi açıp, içindeki mor sıvıyı üzerine döktü. Gözlerini açtığında kendini yerde yatarken bulan Venüs, önce kökünün kurtulduğu toprağa, sonra yeni bedenine baktı. Artık hayalleri gerçek olmuştu.

Hikâyeyi burada sonlandırdı Lady O. Bakışları boşlukta bir noktaya kilitlenmişti. Açık pencereden, sülün avından dönenlerin sesleri geliyordu. Gün batımına sayılı saatlerin kaldığı bu vakitleri hep severdi. Dışarıda hafif bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Birbirine değen dalların, yaprakların şarkısıyla kendinden geçti. Bir şeyler mırıldandı.

Sir, onun, içtiği şaraptan kırmızılaşmış dudaklarına baktı. Yerinden doğruldu. Yanına geldi. Karşı konulmaz bir çekim içindeydi. Lady’nin dudaklarına doğru yaklaştı. Tüm sıcaklığıyla nefesini hissetti.

Lady, o gün ilk kez gözlerine baktı sevdiği adamın. Sir S. bu defa o bakışlarda daha farklı, daha vahşi bir şey gördü. Tüm sorularının cevabını aldı, dudaklarının arasında son nefesini verirken. Lady O. , bir eliyle gözlerindeki yaşı, bir eliyle ağzındaki kanı silip, kadehindeki kalan yudumu bitirdi.

14 Nisan 2008/Ankara

YOLDA

Uçak, De Gaulle Havaalanı’ndan kalkalı bir saatten fazla olmuştu. Arvin, hostesin uzattığı kahveyi aldı. Birkaç yudumda bitirdi. Uzun bir yolculuk olacaktı. Dünün uykusuzluğu hala üzerindeydi. Ama düşünceleri, dinlenmesine izin vermiyordu. Gece ansızın çalan telefondan sonra her şey allak bullak olmuştu. Kilometrelerce uzaktan gelen donuk bir ses, çok uzun zamandır görmediği biri adına arıyordu onu. Telefonu kapattıktan sonra, yaptığı konuşmanın rüya olup olmadığını anlamak için, bir süre geçmesi gerekmişti. Kendine geldiğindeyse yaptığı şey, Texas’a giden ilk uçakta yer ayırtmak oldu. O saatten beri, nehir manzaralı salonunda bir aşağı bir yukarı dolanıp durmuştu. Ve şimdi buradaydı. Yolda... Yıllar sonra O’na giden yolda. Ülkesini terk edip Avrupa’da yaşamaya karar verdiği o uzun yıllardan sonra. Başını geriye yaslayıp gözlerini kapatmaya çalıştı. Mümkün değildi uyumak.

Anonsla irkildi:

- Sayın yolcularımız, az sonra Frankfurt havaalanına inmiş olacağız. Chicago’ya devam edecek yolcularımızın 5 numaralı kapıdan geçmeleri rica olunur.

Pencereye doğru bakarak:

- Yere inmek ve tekrar yükselmek, yere inmek ve tekrar yükselmek... diye mırıldandı. Kendisine bir şey söylendiğini sanan yandaki yaşlı adam:

- Afedersiniz, anlayamadım?

- Özür dilerim. Size söylememiştim. Sesli düşünüyordum da. Biraz gerginim sanırım.

Adam acıyla karışık gülümsedi ve kitabına dönerek:

- Victor Hugo, dedi yavaşça. Bir toplum, yaşatıcı olduğu kadar öldürücü de olabiliyor.

Arvin şaşkınlıkla adama baktı önce. Ve nice sonra o da buruk bir şekilde gülümsedi.

Yaklaşık yarım saat sonra ikinci uçaktaki yerindeydi. Öyle acele çıkmıştı ki evden. Pasaport, cüzdan, telefon ve kafasındaki binlerce düşünceden başka bir şey almamıştı yanına. Bir de Earlena’nın 15 yıl önce çekilmiş bir fotoğrafı vardı cebinde. Hepsi bu... Olanları kabul etmekte hâlâ zorlanıyordu. Tüm bunlar, onun için artık çok yeni ve anlaşılmazdı. Hele yıllarca Avrupa’nın kapalı ve kendince korunaklı dünyasında yaşamaya alıştıktan sonra. Oysa Paris’e kayıp ruhunu bulmaya gelmişti. Oysa Paris sadece edebiyat, müzik, yemek ve öğrencileriyle, bir kar küresi şehri olmaktan öteye gidememişti onun için. Huzurluydu ancak yaşamın kendisinden uzak olduğunu hissediyordu. Coşku, tutku ve cesaret yoktu artık. Düzenli, istikrarlı ve beklentisiz geçen yıllardı. Bu uçağa bindiğinden beri ilk kez bakıyordu kendine dışardan. Ama şu an tüm bunların önemi yoktu. Tek önemli olan, yıllar önce zaten yitirdiği kadının, bu geceden sonra varlığını bir daha artık hiç hissedemeyecek olmasıydı. Ne yapmıştı böyle Earlena? Nasıl yapabilmişti? Onu bu noktaya neler getirmişti? Bir zamanlar her anını birlikte geçirdiği o kadının düşünceleri, şimdi o kadar uzaktı ki... Anıların arasında rengini yitirmiş görünen mor bir menekşe geldi gözünün önüne.

- Yemeğiniz efendim, diyerek plastik tepsiyi uzattı hostes.

- Teşekkürler...

Tam uzaklaşırken,

- Biraz şarap alabilir miyim lütfen, diye seslendi arkasından.

Kırmızı şarap iyi gelmişti sanki. Görüntüler, duygular raflardan çıkıyordu yavaş yavaş. Geçmişine dair ne çok şeyi yaşanmamış gibi saymıştı hep. Aslında mücadeleyi reddetmişti yalnızca. Sıkıldığı zaman hep kaçmaz mıydı zaten. Ama bunun o yıllardaki ismi, ideallerinin peşinde koşmak, kendini keşfe çıkmaktı. Bugünse, böyle mi dönecekti geriye, bu sebeple mi çağırılacaktı bir gün. İnanılmazdı her şey, kesinlikle inanılmaz.

Telefondaki ses, sabah 4’ ten önce orada olması gerektiğini söylemişti. Sabaha kadar uyumadıkları geceler geldi aklına. Sevişerek, film izleyerek, dans ederek veya bazen sadece konuşarak geçirdikleri geceler. Earlena beklenmeyeni yapmakta usta olmuştu hep. Şaşırtırdı daima onu. Sessiz, hatta sakin ama tanıdığı en çılgın insanlardan biriydi. Bazen deli bir bakış gördüğünü sanırdı gözlerinde. Hemen sonra silinirdi. – Arvin! derdi bazen. – Evet canım? Dediğinde aldığı cevap hep aynıydı: - Hiiç, sadece adını söylemek istedim. Sana seslenmek hoşuma gidiyor.

Ve gülerdi. Sımsıcak... İşte o anlarda gülümsemesinin içinden geçen kaygıyı da görürdü hep. Anlamını hiç bilemediği, sormaya hiç cesaret edemediği o ifadeyi.

Koltuğun üstündeki ekrana kaydı bakışları birden. Bir yol haritasıydı bu. Varacakları ve o anda bulundukları noktaları gösteriyordu. Her dakika, çizginin ilerlemesiyle yaklaştırıyordu onu, gözü kapalı ayrıldığı ülkeye ve son defa gözlerinin içine bile bakamadan bıraktığı kadına.

Uyumalıyım biraz, diye düşündü. En azından denemeliyim, onu gördüğümde bitkin olmamalıyım diyerek daldı. Ne kadar zaman geçtiğini anlamaksızın aniden gözlerini açtığında, bir süre nerede olduğunu anlamakta zorlandı. Bir saate yakın uyumuş olmalıydı ama kendini daha da sersemlemiş ve yorgun hissettirmekten başka bir işe yaramamıştı. Uçağın inmesine az bir süre kalmıştı. Bir kahve daha istedi. Saatine baktı. İlk kez yetişme kaygısı duydu içinde. Ya bir gecikme olursa diye endişelendi. Niye son anda aranmıştı ki? Onu gördüğünde ne söyleyecekti? Ne hissedecekti? Bunca yılı onsuz nasıl geçirdiğini mi düşünecekti yoksa onu bir daha asla göremeyeceğini mi? Peki ya o? O ne haldeydi acaba? Neler düşünüyordu? Neden Arvin’i istemişti? Her şey o kadar karışık ama bir o kadar da kısa süreli olacaktı ki...Pilotun anonsuyla düşünceleri yine bölündü: –..........iniş için lütfen kemerlerinizi bağlayın.....

Nihayet ona ulaşacağı son uçaktaydı. Rötarlı olarak kalkan bu son sefer, Texas’a, anlamının dostluk olduğu, doğduğu çıplak vadilere götürüyordu onu. Fırtınaların, kuraklığın, kasırgaların topraklarına. Gençliğinin düzlüklerine. Earlena’nın güneşinin doğduğu ovalara. İndiklerinde saatin kaç olacağını düşündü. Kalkıştaki gecikme sıkıntı yaratabilirdi. Bir an önce inip tabana kuvvet koşmak istedi o an. Yanındakilere baktı. Genç bir kız ve yaşlı bir kadın oturuyordu. Oldukça dinç görünüyorlardı sabahın bu erken saatlerinde. Kendi yorgunluğunu da unutmuştu artık. Saatine tekrar baktı, umarım yetişebilirim diye geçirdi içinden. Telaşlanmamalıydı, daha vakti vardı. Önündeki dergiye uzandı. Öylesine çevirdi sayfaları. Saate tekrar baktı. Servis düğmesine bastı. Kısa bir süre sonra gelen hostese:

- Afedersiniz, tam olarak kaçta inmiş olacağız?

- Austin Havaalanı için yarım saatimiz var beyefendi.

- Teşekkürler, teşekkürler.

Aşağıya doğru baktı. Düzlükler uzanıp gidiyordu altında. Pek yakında bir yerlerdeydi artık başak sarısı Earlena. Saat 2’ye geliyordu. İndikten sonra 1 saatlik yolu daha vardı. Gözlerini kapadı.

Saatler sonra eli, cebindeki o eski fotoğrafı sımsıkı tutmuş yürüyordu artık. Gecikmişti.4.30’a yaklaşıyordu. Elektrikli tellerle çevrili avluya baktı. Telaşla kimlik kontrolünün yapıldığı kapıya doğru yöneldi. Görevliye:

- İyi sabahlar, ismim Arvin Bristow. Bayan Earlena Cattrall için gelmiştim.

Uzun boylu ve boyunlu, konuşma tembeli görevli yüzüne tuhafça baktı.

- Burada bekler misiniz biraz lütfen.

Geçirdiği en uzun beş dakikaydı. Kafasının içindekiler birer toz bulutu haline gelmiş, büyük bir kasırgaya dönüşüp her şeyi toplayıp götürüyordu sanki. Lacivert giysili, iri, sert bakışlı adam yanına yaklaştı. Bir süre, bir şey söylemeden bekledi. Sonra bakışları yumuşadı. Gözleri önüne düştü. Tek bir cümleydi Arvin’in son duyabildiği:

- Bay Bristow, üzgünüm, infaz yarım saat önce gerçekleşti.

2008/Ankara