23 Aralık 2010 Perşembe

YANILSAMALAR 3

Gereksinim

Yaşadığımız hayat içerisindeki en büyük yanılsama budur. Hatırlamamız gerekense, var olmak için hiçbir şeye gereksinimimiz olmadığıdır.

Endişeler ve korkular, hatta bazen egomuz bu yanılsamayı besler. Oysaki gereksinim duyduğumuz şeye zaten sahibizdir. O her ne ise içimizdedir. Gerek duyduğumuz her şeyi her an kendimize veririz. Bu yanılsamanın dışına çıkmanın yolu, her neye ihtiyacımız olduğunu ya da onsuz yapamayacağımızı düşünüyorsak, o olmasa bile hâlâ burada olduğumuzun farkına varmaktır.
Durumlar değişir. Durumlar, bizim bakışımıza göre şekil alır. Bir şeyi istemekle, o isteğe saplanmak arasında büyük fark vardır. Saplandığın gereksinimin içinde beden ve zihin hastalanır. Çünkü o şartlar olmadan devam edemeyeceğini düşünür. Oysa daha öncesinde de vardın, hep olmaya devam edeceksin. Elbette ki hayallerimiz, arzularımız olacaktır. Bu, bir yaşam şekline, biriyle birlikte olmaya, bir şehirde bulunmaya, bir kupayı almaya, satış kotasını tutturmaya, istediğin filmi çekmeye, hatta hayatını tümden değiştirmeye dair olabilir. Olacaktır. Her zaman yeni bir şeyler çıkacaktır. Önemli olan her sonucu mükemmel kabul etmek ve gereksinim fikrinden sıyrılmaktır. Elinden geleni yapıp, zihnini korkulardan ve kaygılardan arındırdığında, olmasını istediğin sonucun getirilerine bağımlı kalmadığında kendini özgür bırakmış olacaksın. Özgürlük, huzuru ve aradığın her şeyi beraberinde getirir. Hapishanelerimizi kendimiz yaratıyoruz. Korkularımızla ördüğümüz duvarlara beklentilerimizden oluşan çok sağlam parmaklıklar koyuyoruz.
Buradan çıkmanın yolu, geleni olduğu gibi kabul etmek ve sadece An’da olmaktır. Memnun olmadığın bir şeyleri değiştiremediğini düşündüğünde, bunu gerçekten isteyip istemediğinden ve istiyorsan her şeyi yaptığından emin ol. Gerisini bırak. O olmazsa da, yol devam eder.
Sevgi, her neye veya kime duyulursa duyulsun, sahiplenilen bir şey değildir. Sahiplenildiği vakit sabit bir fikre dönüşür. Sabit olan ise, dönüşüme, doğaya aykırıdır. Çürütür, yok eder. Önce sevdiğin şeyi, sonra da seni.
Varoluşumuz sürekli gelişme ve genişlemedir. Bir gün tüm evreni kucaklayana dek. Ve bitmeyen yaşam sonra yine devam eder. Yine, yine… Tüm dünyasal bağlılıklarımızı istediğimiz her zaman sonsuza dek deneyimleyebiliriz. Asıl olan, yanılsamaların arasından sıyrılıp nasıl bakabildiğimizdir. Kendimizi keşfetmek, salıvermek ve gülümsemek. Sanırım hem kendimize hem de dünyaya verebileceğimiz en güzel şey…

23 Kasım 2010 Salı

.....


Körün köre rehberlik ettiği bir yaşam sürmekte ısrar ediyorsunuz. Çünkü görebilenleri dinlemiyorsunuz.

Tanrı

26 Ekim 2010 Salı

Merak


Yorgun başlayan günlerde

Yeniden yola düşmek zordur bazen.

Tükenmiş,

Kırgın,

Ve öğrendiklerinle

Kırık kaldırımda aynı yürümek,

Her şeyden zordur bazen.

Kalp özlese de önceyi

Lambalar ışıtmaz artık akşamı.

Kalp özlese de önceyi

Açılan perdeler getirmez sabahı.

Kabulleniştir sonra sonra,

Önce acıtan

Zamanla onaran.


Dağın her iki ardını görsen de,

Hep ve tek bir soru kalır geriye;

Acaba? ..........

3 Ekim 2010 Pazar

RA’ya


Her gece gittiği dünyalardan
Dolu kayığıyla döner sessizce...

Her sabah ateşlerin içinden
Tekrar tekrar doğar
Asil, zarif, nadide...

Gerek yoktur ırmağa,
Aklar güneşinin büyüsü.
Gerek yoktur sam yeline,
Kavurur coşkusunun sıcağı.

Şahinler gıpta eder;
Keskindir bakışı,
Derindir görüşü.
Ve yine onlar bilir ki,
Kanada ihtiyaç duymaz
Işığın bu güzel oğlu...

YENİ BAŞTAN


Kristal bir kelebek gibi
Bazı küçük şeyler
Seyrine doyamadığın
Ama bir dokunuşla kırıverdiğin.

Gönlüne sızan maviler, pembeler yok artık
Bulut üstü gezintiler yok artık
Çünkü,
Sıra dağlar gibi tekrarlara
Dayanacak bir kalp yok artık.

Birleşir elbet kırıklar bir gün
Olmazsa da dökersin
Güneşli, taze bir sabahta,
O bembeyaz evlerin
Gamsız bahçelerinden denize...

23 Eylül 2010 Perşembe

tavsiyeler



  • meditasyon
  • kuantum fiziği
  • serotonin eksikliği için balık yağı


takılın... iyi geliyor:)

22 Eylül 2010 Çarşamba


İnsan gizler mi evini,



Kaplumbağa örter mi kabuğunu,



İstiridye olmasa, inci ışıldar mı öyle.



Kaç,
Kendi çıplaklığından kaçandan.

KORKAK GÖZLER




Herkes bir cümbüşün içinde,
Kimisi kaybolmuş,
Kimisi dalıp çıkıyor.
Didik didik talan ediliyor her yer
Hoyratça…

Bilsek aslında
Hatırlamayı…
Bir olmayı...
Bir becerebilsek
Elmanın kurdundan tiksinmemeyi.

Herkes bir cümbüşün içinde,
Kimi zaman neşeli panayır,
Kimi zaman harp meydanı.
Sen nasıl görürsen artık…

Çık cümbüşün içinden,
Kaldır başını.
Yıldızlara bakanlar hatırlar
Yolların tek bir yere vardığını.

13 Eylül 2010 Pazartesi

OLASI SON




Dört başı, dört yöne bakarmış
Brahma’nın…
Dört ayrı yönde ayrı nehirler akarmış.
Anlayamayanlar, yükünü de bilmezlermiş.
Anlayamayanlar, ruhunu da görmezlermiş.
Göremeyenlerden biri,
Çok önce kesmiş beşinci başını…
Keserler tabi,
Silahı da yokmuş Brahma’nın.
Bir elinde kutsal bilgi,
Bir elinde yaşamın suları,
Bir elinde saflık,
Bir elinde döngü…

Kesilen başı ile birlikte giden,
Hiç hatırlayamadığı,
Eksik olanı aramış hep.
Bir gün,
Ummadığı bir yerde,
Ne ağaç, ne çalı olan
O özgür ökseotunun,

Altında bulana kadar...

13 Eyl. 10

9 Eylül 2010 Perşembe

TAM DA BU YÜZDEN


Güneşi izlerdi hep

Kul köle gibi.

Döne döne

Güneş nereye, o oraya.

Anladım sonra,

En güvenilmezlerin

Günebakanlar olduğunu.

ZİRZOP KIZIN UYANIŞLARI


Sütten ağzı yananlara
Soğuk süt veriyorlarmış.
Hem içine,
Bal da koyuyorlarmış...
Ama duydum ki bal,
Sütten daha çok yakıyormuş.

K.


Çocuğun topu bahçeye kaçtı
Tereddüdü aşıp girdi.
Kırmızı topunu ararken,
Kırmızı bir kuzguna takıldı gözü.
Gözü ondayken,
Kırmızı bir kuyuya düştü.
Çıkabildiğinde yaraydı dizleri…
Oysa söylemişlerdi,
Bahçelerde kaybolmamasını.
Kuzgun uzaklaştı.
Topunu da bulamadı bir daha.

EVRELER 2


Bir kum fırtınası var
Taneler gözlerime batıyor
Hem de kafamda dönüyor.
Bir yerlerden,
Vaha kokusu geliyor…
Bir kum fırtınası var
Her şeyi söküp götürüyor
Kasıp kavuruyor.
Yansa da canım sarıdan
Seçiyorum yaklaşan yeşili.
Bir kum fırtınası
Artık yok.
Sepetlerinde üzümlerle kadınlar geliyor
Gülümseyen koca gözleriyle
Karışıyorum aralarına
İyot kokusu alıyorum,
Kum yok.

EVRELER 1


Günün gece sayılan ikinci saati,
Köpekler ahenksiz bir koro gibi dışarıda
Kalbim de öyle içerde.
Kesildi sesleri şimdi,
Neydi dertleri ve nerdeler artık
Kim bilir ki…
Öyle ya,
Kim umursar sokaktakini.
Uzaktan bile gelmiyor artık,
Kesildi sesleri
Kalbimin de öyle…

8 Eylül 2010 Çarşamba



Bir kadın…
Kurşuni günlerden birinde,
Yorgun bir rüzgârla gelmiş
Kırıklarına deniz kabukları sarmış
Gökyüzü ışıldamış tekrar
Kabuklar bile.

Bir kadın,
Anlaşılması zor, sevilmesi kolaymış.
Bulutlar griye döndüğünde,
Geriye kalan sadece O’nsuzlukmuş.
Fotoğraf: H. Cahit Bakan

6 Eylül 2010 Pazartesi




Bir kuş…
Başka diyarlardan, masallardan gelmiş gibi.
Gördüğün an, gerçekliğine inanamadığın,
Anladığındaysa yerinde bulamadığın…
Fotoğraf: H. Cahit Bakan

2 Eylül 2010 Perşembe

YANILSAMALAR 2


Üstünlük

‘Daha iyi durumda’ veya ‘daha iyi olma’ düşüncesi ve bu bakışla yapılan değerlendirmeler, üstünlük yanılsamasının çıkış yeridir.

Sosyal koşullar, inançlar, eğitim, sahip olunan fikirler, estetik, bedensel özellikler ve daha birçok konuda genellikle biri ya da bir grup diğerinden üstün olduğunu iddia eder, etmiştir. ‘Seninkinden daha iyi değil, sadece daha başka bir yol, daha başka bir biçim’ deme mütevazılığını gösteren maalesef ki çok azdır. Daha çok yapılan, ya kendi yoluna çekmeye çalışmak ya da üstünlüğün konusu her neyse onu lehine kullanmaktır. Çünkü bu yanılsama insanlara kendilerini iyi hissettirir. Çekicidir. Üstünlük duygusu, hayatta olumsuz durumlarla karşılaşıldığında öyle bir güç verir ki, kendinizi o koşulların da üzerinde görüp bunların üstesinden gelirsiniz, geldikçe de daha da güçlenirsiniz. Burada anlaşılması gereken, gerçek gücün ayrılık fikrinden beslenmediğidir. İşte bu noktada çekici olduğu kadar sinsidir üstünlük. Bir yandan sessizce sizi diğerlerinden ayırmaya başlar. Egonuzu öyle şişirir ki ve sonunda yükselen ego hiç kimseye tahammül edemez hale gelir. İyice küstahlaşıp, başkalarını yok sayan her tür hareketi yapacak cüreti kendinde bulur.
Üstünlük, eşitliği anlayabilmemiz adına içinde bulunduğumuz bir yanılsama olarak anlaşılmaz ve kontrol altına alınmaz ise, yükselebileceği yere kadar çıkar ve bir gün baş edemeyeceği bir üstünlükle karşılaştığında, çaresizliğin yoğun hissedildiği bir acıyla parçalanır. Gerekli uyanışlar yaşanmaz ise bu böyle devam edecektir.
Kimse kimseden ya da başka bir şeyden daha üstün değildir. Bir çiçek bahçesine girin. Hepsinin kendine göre bir harikalığı vardır. Kıyaslayamayız. O anki zevkimize veya ruh halimize göre belki seçimler yapabiliriz ama bu yine de bir türün diğerinden daha şöyle, daha böyle olduğu anlamına gelmez.
Etrafınızdakilere bir bakın. Kimlerin üstünlük çıkmazlarında kaybolmakta olduğunu göreceksiniz. Bazıları da sadece belli bir alanda kendilerini buna kaptırırlar. İş hayatında, ilişkilerde, spor müsabakalarında, kumarda, orduda, sahnede, yatakta, fiziksel güzellikte… Ve üstün olduklarını düşündükleri şeyin iyice üzerine giderler. Orada kendilerini çok iyi hissederler çünkü. Tüm yaşamlarını bunun üzerine kurup, bununla kendilerini var ederler. Peki ya onu kaybettiklerinde… Olacak yıkımı kimse yaşamak istemez eminim.
İnsanın kendini özgür ve güçlü hissettiği bir oyun parkı olması çok hoş elbette. Ama kimsenin olmadığı veya olanların da üzerine basmanın eğlence sayıldığı bir park ne kadar neşeli olabilir ki.
Bu yanılsamayı amacına ulaşmak için kullanmak en iyisi. Herkesin eşit olduğunu ve değersizliğin sadece bizim kurgumuz olduğunu hatırlamak için… Mütevazılığın da aslında görkemi getirdiğini bilerek…

2 Eyl. 10

1 Eylül 2010 Çarşamba

BENİM İÇİN ANLAMI




Yolun neresinde olduğumu görmek için başladım yazmaya. Asla kaçmak için değil, daha çok kendime yaklaşmak için seçtim bu yolu. Suyun altına inebilme cesaretiyle, ruhumun renklerini fark edebilme isteğiyle aldım kalemi elime.
Bilirim ki insan kendini tanıdıkça insan olur, fazlalıklarından arınır. Tanımak ise, kendinle yüzleşerek, kendine vakit ayırarak olur. Bir insanı hayatımıza sokmak için onu tanımanın gerekliliğinden bahseder dururuz hep. Uzun uzun dinleriz bazen karşımızdakini. Saatlerimizi, belki günlerimizi ayırırız. Ve ilişkimizi buna göre yönlendiririz. Peki, kendimi ne kadar tanıyorum diye sordum bir gün kendime. Gördüm ki, alışkanlıklarımız ve kaygılarımızla kurduğumuz hayat en güçlü uyuşturucuymuş aslında. Kendimi tanımama engel olan, beni benden uzaklaştıran tam da buymuş aslında. Bunu fark ettiğimde ruhumla bedenim arasındaki sınırlar da kalkmaya başladı birer birer. Ama yeterli değildi henüz. Yazmaya işte bu noktada başladım. Baktım ki yazdıkça önümü görüyorum. Yazdıkça içimde dağılmış olanları toparlıyorum, bütüne yaklaşıyorum. Kimi ya da neyi yazarsam yazayım, kimi anlatırsam anlatayım, onun aslında ben olduğunu biliyorum. Yaşadıklarım, gördüklerim, gidemediklerim, kızdıklarım, almadıklarım, sevdiklerim, yaptıklarım, olamadıklarım, bildiklerim... Ama hepsi ben, hepsi benden olma. Ve en güzeli de, bir gün benden kalma olacaklar.
Her kelime bir sihir gibi yerini buluveriyor kendiliğinden. Yazmazsam durum böyle olmuyor. Yazınca ancak, daha net ortaya çıkıyor duygular, duruşlar. Herkesin aynı manzaraya bakıp farklı şeyler hissetmesi gibi, yazdıklarımın özgün olması düşüncesi bu işi çok daha özel kılıyor. O yüzden daha sıkı, daha sıkı sarılıyorum bu armağana. Yazdıkça yaklaşıyorum kendime. Çekirdeğin ısısı daha yakından geliyor şimdi bana.
Kâğıdımda buluyorum ve yeniden yaratıyorum kendimi. Yazmak, Tanrının en büyük özelliğinin insanda vuku bulmuş hallerinden biri gibi geliyor bana. Böyle düşünmek bile farkındalığıma yeni bir kapı açıyor. Tüm gücün bende olduğunu, ama asıl yolun kim olduğumun bilincine varmaktan geçtiğini görüyorum. Kâğıda dökülenleri gördükçe aynaya bakmış oluyorum. İşte o yüzden yazılanların asla yalan söylemediğine inanıyorum. Her şeyden kaçmayı başarsak da, kalemden çıkandan kaçılamayacağını biliyorum.

Kelimelerim boşlukları tamamlıyor. Ve belki de ben aslında, ‘büyük yapboz’ u bir araya getirmek için yazıyorum…
2007

ZOR İNANIP, ÇOK GÜVENMEK AMA KİME?


İnanç, bir düşünceye gönülden bağlı olmak demekmiş… Hımm…
İnançla doğmuyoruz. Yaşadıkça, tanıdıkça, anladıkça, sevdikçe inanıyoruz. Belki de ihtiyaç duydukça… Sonra da bu inanca güveniyoruz.
Birçok farklı şeye veya kimseye duyulan inanç olabilir. Dinler, felsefeler, yollar, politikalar, cemaatler, cemiyetler, ustalar, gurular, aşklar, âşıklar… Benim sözünü edeceğim, birine inanmak, aslında güvenmek. Ne zor sağlanır bu. Hele günümüzde. Nereye çekersen oraya gidenlerden bahsetmiyorum tabi. Dolu yaşayıp, derin hissedenleri inandırmak zordur. Mücadele ister. Yapar kimileri bunu. Bazen niye yaptığını bile bilmeden, bazen de gayet bilinçli bir biçimde ama inatla bu yola girerler. Güçlü ruhların terazileri hassas olur, gönülleri de bir o kadar kırılgan. Zaman ister, böylelerini inandırmak. İspatlar gerekir. Hepsi yerine getirilir itinayla. Yıldırmaz onu hiçbir şey. Gün gelir bir de bakarsın, olmuştur. Ne büyük keyiftir o. Her iki taraf için de. Zor güvenen taraf, şimdi çok güvenmiştir. Karşılıklı olarak kendini salıvermenin rahatlığı yaşanır. Sevgiye şefkat de katılmıştır artık. Huzur vardır. Yaptıkları, söyledikleri teyit edilmiştir. Eminsindir: hep yanındadır. Her koşulda…
Bir gün o meşhur günlerden biri gelir ve yaşanan bir takım olumsuzluklardan sonra bakarsın ki karşındaki o inandığın kişi değil. Kalakalırsın. Yavaş yavaş sindirmeye başladıkça ‘sen kimsin?’ ya da ayılmanın ilk tespiti olan ‘ne güzel oynanmış’ cümleleri birbirini izler… Takdir de edersin bir yandan. Ne azimmiş diye.
Bazen de sıkılır güven vermeye çalışan taraf. Ben oynamıyorum der ve gider. Her ne kadar, yine de orada olacağını söylese de yapamaz daha önce yaptıklarını. Çünkü o zamanlar yapılanlar, mühim bir kurgunun çok değerli stratejileri olduğu için, bıkkınlığın olduğu yerde onlar da biter.
İnandığın, güvendiğin şeyin sürekliliğinin artık olmamasıdır seni böyle düşündüren. Böyle inciten. Önceden, çok önceden yaşananlar şimdi de yaşanmıştır. Tarot yorumlarında bazen derler ki, ‘danışan bu durumda dönüp kendine de bakmalıdır’. Tekrarlanan olaylar, senin bir şeyleri hâlâ anlayamadığına delâlettir çünkü. Veyahut bir şeyleri eksik yaptığına. (Bu öz eleştiri durumu ayrıca, önemli bir ders olarak değerlendirilmeli, her müfredata konulmalıdır.)
Güvendiğin kişinin, sana özelmiş görünümünde tasarlanmış ama aslında kendisi için yerine getirdikleri, senin gözlerini bağlamıştır. Bağ kalkınca, herşey net bir şekilde görülür. Samimiyetsizlik, ilk akla gelendir. Bunun, yapan kişi bile farkında değildir aslında. Oyunun döngüsüne öyle kapılmıştır ki. Kendi olmaktan uzun süre önce çıkmıştır zaten.
Aç midelerini doyurmaya çalışanlarda çok görülür bu. Hele bir de doymakla yetinmeyip açgözlülük yapıyorlarsa, kemikleri de sıyırmadan meydanı terk etmezler.
İlişkiye bakışımız, sadece karşı taraftan neler alabileceğimiz fikri etrafında döndüğü sürece bu ve benzeri durumlar olacaktır.
Güven sonrası yaşattırılan hayal kırıklıkları, neysek o olduğumuz ve öyle davrandığımız noktada ortadan kalkacaktır. Herhangi bir amaç için veya birine duyulan hezeyanlı hisler ile takındığımız maskeler çıkarılır ise, ne güven sorunu kalacaktır, ne de böyle kocaman şaşkınlıklar.

1 Eyl. 10

27 Ağustos 2010 Cuma

GEYİKLER VE RUH EMİCİLER


Geyik, Şamanizm’de gücü sembolize eder ve Şamanlar güç kazanmak için geyik eti yerler.
Geyik gücüyle, sessiz ama gözü pek şekilde kişisel deneyimine devam ederken, çoğu kez bu güç avcılarının saldırısına maruz kalır.
Evet, hayatta geyikler ve yiyiciler vardır. Bol miktarda hem de. Geyik olan, bunlarla karşılaşmaya mahkûmdur.
Bazıları sadece alır, karşısındakini zayıflatana kadar. Akü takviye kablosunu bağlayıp sana, doldururlar kendilerini. Yine de istedikleri kadar yüklesinler, kendilerini çalıştırmadıkları sürece şarj olamazlar. Yani içsel güçleri olmaksızın bu işlem bir işe yaramaz. (bu kısım, ihtiyaç olabileceği düşünülerek yazılmıştır, kavramadaki zorluklar için)Kendilerinde olmadığını düşündüklerini, bir başka şeyden beslenerek sağlamaya çalışanlara ne olur bilirsiniz. Yolda kalırlar.
Geyikler, içsel güçleri, şefkat ve nezaketleriyle iyi bir rehber olarak kullanılabilecekken, farkındalığı olmayan bencil ruhların elinde sadece sömürülürler.
‘Ruh Emiciler’ vardır Harry Potter’da. Boyu tavana kadar varan kara pelerinli olan Ruh emicilerin yüzü, kukuletasının altında tamamen gizlidir. Sadece Ruh Emici Öpücüğü vermek için kukuletalarını indirirler. Gözlerinin olması gereken yerde sadece ince, gri, lekeli bir deri vardır, göz yuvalarının üstüne bomboş gerilmiştir. Bu yüzden Ruh Emiciler göremezler, sadece hissederler. İnsanları onların duygularını hissederek bulabilmelerine rağmen, hayvan duygularını hissedemezler. Çürümekte olan ıslak ıslak parıldayan eli, grimsi, yapış yapış görünen, suda çürümüş ölü gibi lekeli bir eldir. Açık biçimsiz bir delik şeklinde ağzı vardır. Ağzından çıkan uzun, hırıltı soluğunun ardında insanda boğuluyormuş duygusu uyandıracak kadar içe işleyen soğuk gelir. Ruh Emiciler, hırıltılı bir şekilde nefes alırken sanki çevreden, havadan da fazla bir şey emmek ister. Kayarcasına hareket ederler. Rica ve nezaket doğalarında yoktur. Geçmişinde diğerlerine oranla daha korkunç olaylar yaşayanları daha çok etkilerler. Ruh Emiciler dünyadaki en berbat yaratıklardandır. En karanlık, en pis yerlerde barınırlar, çürümeden ve umutsuzluktan zevk alırlar, etraflarındaki huzuru, umudu ve mutluluğu kuruturlar. Bir Ruh Emici, eğer başarabilir de birisi ile uzun süre beslenirse, sonunda o kişiyi de kendi gibi ruhsuz ve kötücül hale getirir. O kişinin elinde, hayatındaki en kötü deneyimlerin haricinde hiçbir şey kalmaz. Ruh Emici'lerin korkunç gücü budur. Kurbanlarına en kötü anılarını yeniden yaşatmak ve onları kendi umutsuzlukları içinde boğup güçsüz bırakmak. Tamamen yok etmek istedikleri kişilere ise Ruh Emici Öpücüğü’nü uygularlar.
Ne fena değil mi? Kimsenin karşısına çıkmasın bu korkunç ama zavallı varlıklar.
Peki karşılaşırsak ne yapmak gerekir? Kitaba göre Patronus Büyüsü, bana göre pozitif güç.Patronus, Ruh Emici ile karşılaşan kişi ile arasında kalkan görevi görür. Ruh Emici'nin beslendiği şeylerin (umut, mutluluk, varlığını sürdürme arzusu) bir yansımasıdır, ama gerçek insanlar gibi umutsuzluk hissetmez, bu yüzden de Ruh Emici'lerin ona zararı dokunamaz. Patronus iki sözle yapılır: Expecto patronum! Fakat var gücünüzle mutlu bir an üzerinde konsantre olursanız işe yarar. Eğer büyü yaptığınız esnada konsantrasyonunuz bozulursa büyüde başarılı olamazsınız. Büyüyü yaptığınızda yorgun hissedersiniz ama sonra toparlanırsınız. Patronus'un belirgin bir biçimde oluşturulması da söz konusudur ki Harry'nin patronusu Çatalboynuzlu Geyik şeklindedir. Herkesin kendine özgü yarattığı bir Patronusu vardır. Ama bu zaman içinde değişebilir de.

Hayatlarımıza yapışıp sömürenleri sıyırıp atmak gerekir. Maalesef ki bazen bu olurken farkına varamayız. Ya da Geyiğin şefkati ve nezaketi bunu görmesine veyahut bu kişiden kurtulmasına engel olur uzun bir süre.
Sonra… Sonrasını Ruh Emicilerin yaptıklarında okudunuz.

Birilerini beslemek keyiftir, kimileri için bir misyondur, yoldur. Ama kurban olmanın ne Geyiğe ne Emiciye faydası var. Bu yüzden, farkındalık ve olumlu düşünceyi elden bırakmamak gerek.
Ve unutulmamalıdır ki geyikler, Simurg Anka gibi küllerinden yeniden doğarlar. Ruh emiciler ise Araf'ta bile değillerdir...

Alıntılar: www.harrypotter.gen.tr


YANILSAMALAR 1


Ayrılık Var mı?

Birinden ya da ya bir şeyden ayrılmak mümkün müdür?
İçimizi tarifsiz ıstırap ile dolduran ayrılıkları hepimiz yaşamışızdır. Bir dostun ihaneti, sevdiğinin terk etmesi, birinin ölümü, evladın uzaklara gitmesi ya da bazen en yakınındakiyle, belki aynı evin içinde bile yaşanan ayrılık… Hepsi de acı ve üzüntü verir. Öyle anlar gelir, baş edemeyeceğimizi sanırız bununla. Verdiğimiz tepki, çektiğimiz ıstıraptır. Ve maalesef ki o anlarda tek yapabildiğimiz de budur. Hele bir de çaresizlik ya da gurur varsa işin içinde, dünyanın çekilmez günleri başlamıştır zavallı ayrılık mağduru (!) için.
Bu acıyı çekmemek için elden gelen her şey yapılır: Yüzleşme yerine kaçmak, oyalanmak, ertelemek… Yanılsamasından kurtulmak isteyen insan, bu nafile çabalarıyla sadece yeni yanılsamalar daha yaratır. ‘Bunu neden yaşadım? Neydi görmem ve anlamam gereken?’ soruları pek sorulmaz. Kadere isyan, hatta çoğu zaman karşısındakine isyan, bazen de intikam sözüm ona bu trajedinin tipik tavırlarıdır.
Sonra geçer. Günler eskisi gibi güzel doğmaya başlar. Yaralar iyileşir yavaş yavaş.. İyileştiği sanılır. Oysaki yaranın olduğu yer biraz daha zayıftır, hassastır artık. Benzer bir vakada hemen kanamaya hazırdır. Yine de, nekahat günlerinin de ardından daha bir coşkuyla, açlıkla tekrar hayata dönülür.
Ta ki, bir başka ayrılık daha yaşayana dek.
Bu bir döngüdür. Birlikte ve ayrı, birlikte ve ayrı… Bir ritim gibi devam eder.
Döngü ise hayatın biçimidir.
Ancak yaşadığımız ayrılık yanılsaması öyle kuvvetlidir ki aslında hep bir olduğumuzu ve aslında ayrılığın olanaksız olduğunu göremeyiz. Bizi kahreden bu sahte gerçek nihai değildir.

Sanırım ayrılığı aşabilmenin en mümkün yolu, birliği bilmek. Ayrıldığını düşündüğün kişiyle ya da şeyle her an her yerde, daima ‘bir’ olduğunu kavramak, o anlatılmaz ama herkesin bildiği iç acısını azaltıyor. Şarkıda da dediği gibi; 'Üzüle üzüle öğrendik, el sallamayı gidenlere'.
Bu acıyı hiç yaşamadan devam etmeyi de belki bir gün başarırız…

25 Ağustos 2010 Çarşamba


AN

Sarının ve yeşilin karıştığı dümdüz uzayan vadiye baktı. Geceden kalan kadehlerden birindeki şarabı yudumluyordu. Tadının ne kadar kötü olduğu çok da önemli değildi şu sırada. O sevdiği kekremsi tadı dahi artık alamıyordu. Kadehi kendinden biraz uzaklaştırıp elinde tutmaya devam ederek seyretti. Kim bilir hangi dudak değmişti bu kadehe. Ve kim bilir o kadeh, daha sonra hangi dudağa… Hiçbiri ile ilgilenmiyordu. Tek istediği, indiği derinlikte biraz daha kalabilmekti.
Öğle güneşi iyice yükselmiş olmasına rağmen evde sessizlik hâkimdi. Birazdan, böyle geçen her gecenin ertesinde olduğu gibi geç bir gün başlayacak, yavaş yavaş kendine gelenler, gece olan bitenleri ve hatırladıkları kadarıyla sohbetleri, belki sevişmeleri hızlıca kafalarından geçirecek, yüzlerinde gizli tebessümler belirecek, belki pişmanlıklar hissedilecek ama kimse birbirine dün geceyle ilgili bir yorum yapmayacaktı.
Bir sigara daha yaktı. En azından bir süre içemeyeceğini bilmenin rahatlığıyla. Hep böyle olurdu. Ne zaman bu kadar çok yüklense kendine, vücudu sanki mola ister, o süre içinde de aşırıya kaçtığı her ne varsa onlardan uzak dururdu. Kendini dengelediğini düşünürdü bu sayede. Çok da bilinçli yapmadığı bir şeydi bu. Yine de, bedensel arınma için etkili bir çözümdü.
Odanın duvarlarına baktı… Şarap rengindeki duvarlara… Bu evde kalan herkesten bir parça vardı. Bir buluşma mekânıydı aslında burası. Herkes hayatını farklı yerlerde, farklı hızlarda sürdürürken, o ihtiyaç anı geldiğinde nefes aldıkları, içe döndükleri bir dost mabediydi burası. O yüzden de herkesten bir parça vardı evin her yerinde. Şu Venedik maskelerini Kaan getirmiş olmalıydı. Bodrum evleri şeklindeki mumları Zerrin, eski İstanbul fotoğraflarını Ahmet, Buddha’ya dair ne varsa Süheyla… Yedi kişi bu evin sahibiydi aslında. Mülkiyet Uğur’a ait olmasına rağmen, istedikleri zaman gelip giderlerdi. Evin kullanımı, bakımı konusunda hiç konuşulmasa da görünmez bir anlaşma vardı sanki. Bu konuda hiçbir zaman sıkıntı yaşanmazdı.
Evdeki tek çift Ahmet ve Ayla’ydı. Yaklaşık on senedir birlikte olmalarına rağmen aynı aşkla bakarlardı birbirlerine. Üniversitede tanışmışlar ve bir daha hiç ayrılmamışlardı. Merak ederdi, hiç sıkılmazlar mıydı birbirlerinden. On seneye onlarca ilişki sığdıran biri olarak, onların tekdüze olduklarını düşünürdü bazen. Kimi zaman da gıptayla bakardı onlara. İki farklı insanın birbirlerine bu kadar yıl aynı tutkuyla ve saygıyla bağlı kalabilmelerinin birçok meziyet gerektirdiğini düşünürdü. İflah olmaz bir romantik olmasına karşın, beklentilerinin yüksek oluşu, detaylara bütünden daha çok önem vermesi ve özgürlük tutkusu yüzünden hiçbir ilişkisini tam olarak içine sindirip yaşayamamıştı.
Birini koşulsuz sevmenin nasıl bir şey olduğunu düşündü. Son birkaç aydır tanıdığı o çocuk söylemişti ona bunu. Âşık bir ufaklıktı belki sadece. Yine de sanki, sevmenin ne olduğunu kendisinden daha iyi biliyordu. Senin koşulsuz mutluluğunu istiyorum demişti bir defasında. Benim istediğim şekilde benimle olmasan da, hep hayatımda ol istiyorum, senin elin kolun olayım, dostun, sırdaşın, her şeyin… Varsın olsun sevgilin olmayayım… Başkasıyla olup mutlu olacaksan ona da razıyım demişti. Böylesine bir sevgiyi, birinin hayatında bu şekilde ısrarla var olmayı istemeyi hiç anlayamamıştı. Anlayamadıkça da hep karşısına çıkmıştı.
Bahçeden sesler gelmeye başlamıştı. Geceden kalma keyif erbapları günü bir yerinden nihayet yakalamışlardı. Kahvaltı masasını hazırlayan Ayla’nın mırıldandığı şarkıyı hatırlıyordu. Sabaha karşı defalarca çalınmış, söylenmiş, sarhoş yüzlere hüzün katmıştı.
Koşulsuz sevenleri aslında hep göz ardı ettiği düşündü. Nasılsa hep varlardı. O ne yaparsa yapsın, sevmeye devam ederlerdi onlar. Bıraktığı yerde bulurdu onları. Ne kadar ilgisiz, özensiz davransa da, her çağırdığında gelirlerdi. Kendisinin asla yapmadığı, yapamayacağı şeylerdi bunlar… Sadece birkaç kişi için… Sadece o kadar.
Kadehin boşaldığını fark etti. Dibinde kalan son damlayı da pencereden dışarı savurdu. Ya uyuyacaktı ya da güne devam edecekti. Kızarmış sosislerin kokusuna ve midesinden gelen seslere dayanamayıp aşağıya inmeye karar verdi.
Eski ahşap merdivenlerden inerken, sağ tarafta, duvarlarla aynı renkte, daha önce fark etmediği ufak bir kapı gördü. Yıllardır görmediğine şaşırdı. Belki de kapının önünde bir şeyler vardı eskiden. Bir basamak daha atladı yine de merakla eli kapıya gitti. Bir şarap mahzeni olduğunu düşündü önce. Tereddüt etti açıp açmamakta. Kendini düşündü. Onun için hep birileri de bilinmez kapıları açmayı denemişti. Bir basamak geri gitti bu defa. Küçük bir top gibi olan kolu çevirdi. Bahçeden gelen sesleri duyuyordu. Burayı niye görmemişti ki hiç. Defalarca geçmiş olmalıydı buradan. Kapının yüzeyine dokundu. Ahşap üzerine oyulmuş, spiral dairelerden oluşan küçük bir motif dikkatini çekti. Az önce görmediğine emindi. Yorgunluğuna verdi. Kolu çevirmeye devam etti ama açılmadı. Herhangi bir kilit de göremiyordu. Sadece kolu olan kilitsiz bir kapıydı ve açılmamakta direniyordu. Vazgeçip, bahçeye inmeye karar verdi.
Gün, Toscana’da çoktan başlamış, geceki rüyaların yerini kuş cıvıltıları, ırmağın sesi, havadan sudan sohbetler, çatal bıçak sesleri almıştı. Enerji dolu bir ton takınarak seslendi;
- Herkese günaydııın!!
- Hey, nihayet uyandın prenses, dedi Uğur.
- Uyuyan da kimdi, diye cevap verdi gülerek.

Kahvaltı masası kalabalık, gürültülü ve zengindi. O çok sevdiği peynirler tabaklara sıralanmış, civarın en lezzetli zeytinleri yağ ve baharatlara bulanmıştı. Kiraz domatesler, marmelatlar, meyve suları, çaylar, vazgeçilmez cevizli, patatesli, soğanlı, zeytinli çeşit çeşit ekmekler ve bir de onlara sürülen enfes tereyağlar….

Buraları seviyordu. Yaşadığı ülkeye benzer çok şey vardı. İnsanların sıcaklığı, sohbeti, damak tatları, eğlence anlayışları ile hiç yabancılık çekmiyordu.
- Benzer olanı mı seviyoruz yoksa kendimize yakın olanı mı seçiyoruz, peki o zaman bizden farklı olan ne olacak, onu hiç kabullenmeyecek miyiz, onu hiç içimize katmayacak mıyız? diye sordu herkese bakarak. Kısa bir sessizlik oldu.
Elindeki yarım portakalı havaya kaldırıp bir yerini parmağıyla işaret eden Ahmet;
- Bir bütünün içerisinde bulunduğu noktanın daha uzağındaki noktalar yine bütünün içinde değil mi? Onları ayıran ne? Mesafeler mi? Sana uzaklığı seni ondan uzaklaştırıyor mu? Ya da bulunduğu nokta sana göre farklı bir yönde diye yabancı mı sayılıyor? Bence aynı çemberin içinde herkes bir bütündür ve herkes birbirine tanıdıktır aslında.
- Evet, dedi Süheyla. Senin içinde benden, benim içimde senden bir şeyler var. Birbirimize görünmez ağlarla bağlıyız. Her ne kadar farklı görünsek de.
Barbekü dumanları arasında kaybolmuş Kaan’ın sesi geldi;
- İyi diyorsunuz da, insanoğlu bunu hiç anlayamadı. Yaptıkları tek şey, ayırmak oldu. Dünya haritasına bakın, kaç parçaya bölündüğümüzü görün işte.
- 184 sanırım, dedi Ayla.
Parmesan rendelemekle uğraşan Zerrin, gür kaşlarını kaldırarak, ben 195 biliyordum.
Uğur, bir akademisyen edasıyla;
- Hanımlar beyler, dünya üzerinde bağımsız olan devlet sayısı 222’dir. Bu ülkeler uluslar arası arenada da tanınmaktadırlar.
Kaan maşayı sallayarak;
- Neyse ne, görüyor musunuz bu konuda bile bir birlik sağlayamıyoruz işte, diye bağırarak barbeküye biberleri dizmeye devam etti. Bir zamanlar bir yerlerde, pek çok şeye olan inancını yitirdiği, öfkesinde gizliydi.

Bu defa sessizlik daha uzun sürdü. Arno nehrinde balık tutanların boğuk konuşmaları geliyordu uzaktan. Barbeküden gelen yağ cızırtıları, çatal bıçakların metal şıkırtıları, nereye eseceğini sanki bilemeyen bir rüzgârın hafif uğultusu…
Portakal suyundan bir yudum alıp, konuşmaya devam etti;
- Peki ya zaman, zaman bizi ayırmaz mı? Benden yüzyıllarca önce yaşamış biriyle ne tür bir bağım ve bütünlüğüm olabilir ki?
- Zamanın olmadığını, en azından benim buna inanmadığımı daha önce söylemiştim hepinize sanırım. Her şey şimdinin sonsuz anında olur kuzum, diye cevap verdi Süheyla.
Ona, anlamayan yorgun gözlerle bakarak;
- Off… Bunları düşünmek için yanlış sabahı seçtim belki de, dedi gülerek.
Süheyla, küçücük ama sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi.

Masa, eski gürültüsüne kavuştu birden. Bir süre izledi sadece. Herkes yiyeceklere ve sohbete öyle dalmıştı ki. Onları böyle keyifli görmeyi ne çok sevdiğini düşündü. Bardağını alarak masadan kalktı. Bahçenin en ucuna doğru yürüdü. Ev, bir tepenin üzerine kurulu olduğundan Toscana vadisini ve nehrin bir kısmını göz alabildiğince görüyordu. Günebakan tarlaları, yeryüzüne inen güneş gibi sarmıştı her yeri. Arada gelincikler boy göstermiş, asmalar sıra sıra dizilmiş, kırmızı kiremitli evler, bu manzarada pek nadir olan ağaçların arasına gizlenmişti. Daha yukarılarda kalan tepelerde, etrafı surlarla çevrili şatolar ve eteklerinde üzüm bağları vardı. Ne masalsı bir yer diye geçirdi içinden. Şatoların sivri kulelerine baktı. Zaman yoksa, bunlar neydi? Bunlar varsa ve zaman yoksa biz niye ortaçağ gerçekliğinde değildik o halde? Zaman yoksa, o insanlar neredeydi şu an? Zaman yoksa… Yeter, dercesine başını iki yana salladı. Masaya doğru geri döndü.
- Hey, çocuklar! Ben biraz uzanacağım.
- Ama bir şey yemedin ki minik sincabım, dedi Zerrin.
- Uyandığımda yerim tatlım, diye cevap verdi.

Herkese el sallayıp, içeri girdi. Odasına giden merdivenleri çıkarken bu defa solunda kalan kapıyı gördü yine. Tuhaf olan, tam ortasında yer alan o motifin olmayışıydı. Tam burada görmüştüm diye düşünüp yüzeye dokunduğunda motif yine belirdi. Hayretle aniden elini çekti. Spiral yine kayboldu. Bu da neydi böyle. Aşağıdakileri çağırıp bunu paylaşmalıydı. Merdivenlerden bahçeye seslendi;
- Süheylaaa!!! Süheylaaaa!
- Evet canım?
- Buraya gelin, size göstereceğim bir şey var. Çabuk olun ama…
- Tamam… Geliyoruz az sonra, dedi Süheyla ve yanındaki ile konuşmaya devam etti.

Merdivenlere oturarak, kapının bu defa farklı bir yerine dokundu. Aynı motif yine belirdi. Elini çektiğinde kayboluyordu. İki eliyle ve hızla tüm kapıya dokunmaya başladı. Dokunduğu her yerde aynı motif oluşuyordu. Her bir parmağını farklı noktalara koydu. Şekiller yine belirdi. Her birinin arasında çok ince ama çok net çizgiler de vardı. Hepsi birbirine bağlıydı. Aşağıya tekrar seslendi.
- Süheylaaa, Kaan, hadi ama…

Bu defa cevap gelmedi. Sohbet iyice hararetlenmiş olmalıydı. Kapıdan uzaklaştı. Merdivenlerden ineceği sırada son bir kez daha kolu çevirdi. Yine açılmadı. Hafif bir kızgınlıkla farkında olmadan kolu kendine doğru çekti. Bir ‘tık’ sesi ve işte kapı açıktı. İçeriye doğru başını uzattı. Bu kadar küçük bir giriş için içerisi hayli geniş ve aydınlık görünüyordu. Merdivenlerle inilen odanın ufak bir de penceresi vardı. Buranın varlığından Uğur’un bile haberi olmadığına emindi. Başını eğerek, kapıdan içeriye yöneldi. 7-8 basamaktan oluşan merdivenlerin sonunda durup odaya baktı. Beyaz duvarlar, yerde beyaz bir halı, onun üzerine atılmış birkaç şey ve metal bir sandık. Son basamağı da atlayıp odaya girdi. Pencereye doğru yürüdü. Bu cephede vadinin arka tarafı olmalıydı. Ama gördüğü şey, yine sadece beyaz bir odaydı. ‘Ama nasıl? Nasıl olur da bir ışık kaynağı olmaksızın birbirine bakan iki oda böylesine aydınlık olabilir?’ diye düşündü. Tedirgindi. Bu kadar beyaz fazla gelmiş, boğulmaya başlamıştı. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Telaşla merdivenleri geri çıktı. Kapı, bıraktığı gibi aralıktı. Kendini diğer tarafa attı çabucak. Gözlerini kapatıp derin bir ‘oh’ çekti. Rahatlaması kısa sürdü. Bahçeden gelen sesler olmalıydı ama hâlâ sessizlik vardı. Korkarak gözlerini açtı. Yine beyaz odada, halının üzerindeydi. Sanki merdivenlerden hiç çıkmamış gibi, sanki kapıdan kendini dışarı atmamış gibi. Tekrar merdivenlere koştu, aralık kapıyı itip dışarı çıktı. Yine aynı yerdeydi. Sanki zaman içinde belli bir an, sonsuz kere yaşanıyordu. Bir kere daha denedi ve bir kere daha. Yorulmuştu. Gözlerinde yaşlarla halının üzerine uzandı. Kendini toparlamalıydı. Buradan çıkmanın elbet bir yolu vardı. İç çekişleri, derin nefeslere dönüştü. Doğruldu. Yanı başında duran, rastgele atılmış eşyalara baktı. Bir kurşun kalem, Ortaçağ köylülerinin giydiğine benzer bir kadın elbisesi, bir dalgıç maskesi, bir çift gece mavisi Louboutin ayakkabı, ki bunları geçen ay bir dergide yeni modeller arasında gördüğüne yemin edebilirdi, bir oğlan çocuğuna aitmiş gibi duran ekose desenli eski, küçük bir kasket, kırmızı sarı ufak taşlarla çevrili tel bir bilezik, filmlerdeki biyonik adamlarınkine benzer bir el… Bunlar da neyin nesiydi? Tek bir insana ait olamayacak kadar birbirinden farklılardı. Odanın bir köşesinde duran sandığı gördü. Yavaşça oraya doğru yürüdü. Tek düşündüğü ufak bir çıkış umuduydu. Kısa bir süre önce oturduğu kahvaltı masasında olmak için neler vermezdi. Sandık, tamamen gümüşten yapılmıştı. Üzerinde, küçük kapıda gördüğü spiral motif vardı. Hiçbir kilit görünmüyordu. Hafifçe kapağı araladı. Biraz daha kaldırmaya çalıştı ama olmadı. Aralıktan içeriye baktı. Sadece karanlık vardı. Sandığın menteşelerinin olduğu yere, arka tarafına geçti. Kapağı yukarı aşağı oynatmaya çalıştı. Değişiklik olmadı. Tam vazgeçecekken, menteşelerin hemen altında silik bir yazı gördü. Saliseler içinde bağlantıyı kurdu. Halının üzerindeki eşyalara ve sonra kendi üzerine baktı. Bu nasıl bir oyundu böyle. Yine de mantık sınırları içinde düşünecek durumda değildi. Aceleyle boynundaki fuları çözdü ve halıya bıraktı. Sonra hemen dönüp kapağa yüklendi ama kıpırdamadı. Neyi yanlış yapıyorum diye mırıldandı. Yazıyı tekrar okudu. ‘Odaya kendinden bir armağan bırak’. Kendinden… Bu kelimeyi tekrarladı hafifçe. Şu anda üzerinde olup da onun için en değerli olan şeyi düşündü. Hemen saçındaki kahverengi ve sarı üç adet taşla süslenmiş ince tel tokayı çıkardı. Bu tokayı çok severek bir çift olarak almış, sonra birini kaybetmiş ama diğerini o günden sonra gözü gibi korumuştu. Tokayı halıya doğru atar atmaz sandığın kapağı kendiliğinden geriye doğru düştü. Telaşla sandığa doğru eğildiğinde, daha ne olduğunu bile anlayamadan bir kasırganın içine girmiş gibi süratle çekilmeye başladı. Karanlık bir tüneldeydi şimdi. Farklı katmanlardan geçtiğini hissediyor, kulakları uğulduyor, arada karşılaştığı ışıklı cisimlerden gözleri kamaşıyordu. Saniyeler süren yolculuğun sonrasında yumuşak bir zemine düştü. Burası büyük bir yataktı. Dört köşesinden yükselen uzun ahşap direkleri vardı. Bu odayı tanıyordu. Bu evde yaşıyordu. Üzerindeki güpürlü, yeşil geceliğe baktı. Bunu da tanıyordu. Kalktı, yatağın yanındaki açık pencereden başını uzattı. Vadi uzayıp gidiyordu. Neler olduğunu hatırlasa da kendini tedirgin hissetmedi. Burası da onun eviydi. Az önceki telaşından ve korkusundan hiçbir iz kalmamıştı. Üstelik bugün Federico dönecekti. Büyük ahşap kapıya iki kez hafifçe vuruldu. O olmalıydı. Sevinçle kapıya seğirtti. Karşısındaydı işte. Üzerine yıldızların serpiştirildiği gece gibi siyah ve parlak dalgalı saçları, vadinin yeşilini kıskandıran gözleri, yüzünün hafif keskin hatları, tutku ve güveni aynı anda veren bakışlarıyla, koşulsuz sevdiği adam oradaydı. Gözlerine baktı. Onu kaybederse, bir daha kimseyi böyle sevemeyeceğini düşündü. Sımsıkı kucaklaştılar. Büyük bir özlemle birbirlerin yüzünü, boynunu, dudaklarını öpüyorlardı. Federico onu kucağına alarak odanın ortasında döndürmeye başladı. Çok ama çok mutluydular. Bu an hiç bitmesin istedi ama aniden yine o karanlık tünelin içine çekildiğini ve yükselmeye başladığını hissetti. Aşağıya doğru baktığında o mutlu iki insanı odanın içinde dönmeye devam ederken gördü. Önce gülümseyerek ve özlemle izledi. Görüntü gittikçe küçüldü ve sonra kayboldu. Gözyaşları da öyle.
Kahkahalar atıyordu yere düştüğünde. Bir sarmaşığın dalına sımsıkı tutunmuş, kendini yerden kaldırmaya çalışıyordu. Bir yandan gülüyor, güldükçe tekrar yere yıkılıyordu. Etrafında, onunla birlikte gülen arkadaşları vardı. Yedi ya da sekiz yaşlarında olmalıydılar, üzerlerinde çok ince bir kumaştan yapılmış sarı, kısa elbiseler vardı. Aslında elbise bile denemezdi; tek bir omuzda, güneş şeklinde altın bir tokayla toplanmış çok ince tüllerdi bunlar. Yerinden kalktı. Bir çocuktu. Burada, evindeydi yine. Ayağa kalktı. İçinde tarifsiz bir neşe vardı. Tüm hücreleri bu neşeyle doluyor, fışkırıyor, sonra tekrar doluyordu. Her nefes alışında varlığı kutsanıyordu sanki. İçinde bulundukları orman, dev turuncu ve yeşil ağaçlar, bir tüy gibi yumuşak beyaz otlardan oluşuyordu. Göğe doğru bakınca turuncu güneşi gördü. Tebessüm etti ona. Sonra diğerleriyle beraber, turkuaz renkli göle daldılar. Kahkahaları, suyun sesine karıştı. Gölün içindeki rengarenk binlerce canlıyı keyifle seyre dalmışken yine o karanlık tünele girdi, sürükleniyordu.

Birden gözünün alamayacağı kadar parlak bir ışık kapladı her yeri. Gözlerini kapattı. Özlediği birine sarılırken ya da sıcak huzurlu bir kucaktayken gibi hissetti. Etrafına bakınmak istedi ama ışığın şiddetinden gözlerini açması mümkün değildi. Yavaş yavaş gevşemeye başladı. Artık görmek önemli değildi. Bir süre öylece kaldı. Mükemmel bir dinginlik halindeydi artık. Hiçbir kaygı yoktu içinde. Burada sonsuza dek kalabilirdi.

Başkasına ait gibi olsa da, içinden gelen bir ses duyar gibi oldu. Sanki biri bedenini ele geçirmiş, onunla konuşmaya çalışıyordu:
- Kısa gezintimizi sevdin mi bakalım?
Şefkatle konuşan bu sakin sese cevap vermemek olası değildi. Şaşkınlık duygusunu sandığa sürüklendiği an kaybetmişti zaten. Çok yakın olduğu bir dostuna cevap verir kadar rahattı.
- Evet. Artık korkmuyorum. Gerçek şu ki, o odaya girdiğime memnunum şimdi.
- Sevindim. Gittiğin her iki yerde de aslında hep orada olduğunu anladın sanırım. Bu şekilde sonsuz sayıda an var. Ve sen, her an, her yerdesin.
- Zamanın var olmadığını mı söylüyorsun bana?
- Hatırladığın ‘geçmiş’ ve göreceğin ‘gelecek’, Şimdi olan’dır.
- Anlamak istiyorum; şu anda hem Federico’ya sarılıyor, hem göle dalıyor, hem de bir kahvaltı masasında oturuyor olabilir miyim?
- Aynen öyle. Her zaman keskin bir zekân olmuştur zaten.
Bu cümleyi duyunca gözlerini bir an merakla açmayı denedi ama keskin ışığa dayanması mümkün değildi. Yine sesi duydu.
- Nasıl olduğunu merak ediyorsun. Anlatayım. Gördüklerin uzak geçmiş ya da gelecekte olmuyor. Yaşadığın, sadece fiziksel mesafe. İşte zaman illüzyonu bu. Bir gün hepiniz zaman ve mekânın aynı şey olduğunu göreceksiniz. O zaman da her şeyin şimdi ve burada olduğunu fark edeceksiniz.
- Çılgınca, diye fısıldadı.
- Söylediklerimi anladığınızda, gördüğünüz hiçbir şeyin gerçek olmadığını da bileceksiniz. Aslında her defasında daha önceki bir olayın ‘görüntü’sünü görüyorsunuz. Hatta bu bile sizin yorumlayarak oluşturduğunuz bir şey.
- An’ı görmek mümkün değil mi diyorsun?
- Evet. An, olur ve ışığa dönüşür. O size ulaşana kadar da hayat ilerlemeye devam eder. Sonra size gelen şey, artık o an gördüğünüz şey değildir. Sizse onu şimdi gördüğünüzü zannedersiniz.
- İnanılmaz, inanılmaz. Döndüğümde bu öğrendiklerimi hatırlayacak mıyım?
- Zaten sende olanı hatırlamak senin elinde. Şu anda yaptığın da bu. Şimdi git. Hangi an’da olmak istiyorsan oraya. Sonsuz an içerisinde tüm olasılıklar senin.

Birden, gözkapaklarından içeri girmeye çalışan ışık kayboldu. Tünel karardı yine ve dönmeye başladı. Kendini seslenirken buldu.

- Süheylaaa, Kaan, hadi ama…

Ahşap merdivenlerdeydi. Kapının önünde. Buradaydı. Yine evinde. Gülümsedi.

10 Mayıs 2010 (mu acaba?)

8 Temmuz 2010 Perşembe


............

Yazdan kalma bir Eylül günüydü. Bunaltıcı bir sıcağın da etkisiyle kanepeye yayılmıştı. Uyuyakalmış olmalıydı. Nereden geldiğini anlamadığı seslerle gözlerini açtı ve yerinden doğruldu. Yanındaki sehpada duran sürahideki, günlerdir beklemiş suyu alıp kafasına dikti. Sesler hala devam ediyordu. Üst kattan geliyor olmalı diye düşündü. Bir kadın ve bir erkeğin tartışmasını duyuyordu. Boğuktu sesler. Ara ara yükseliyor, bazen bir kadının ağlamayla karışık iniltisine dönüşüyordu. Yukarıdaki 7 numaradan geldiğine artık emindi. Zaten alt dairenin bir süredir boş olduğunu biliyordu. Aslında pek de kimseyi tanımaya çalışmamıştı bu binada. İki yıldır yaşadığı, bu sekiz daireli eski apartmanda birileriyle karşılaşmamak için çoğu zaman özel bir çaba da sarf ederdi. Şimdiyse gecenin sessizliğini bozan bu seslerin sahiplerini merak etmişti. Birden her şey sustu. Büyük bir şiddetle çarpılan kapının ardından, merdivenden inen kişinin ayak seslerini duydu. Tartışma sona ermiş olmalı, dedi içinden. Biraz da rahatlayarak balkona çıktı. Sigarasını tam yakmak üzereyken üst katın balkonundan ağlama sesleri geldiğini duydu. Az önceki tartışmanın taraflarından biri olmalıydı. Ağlamanın şiddeti gittikçe artıyordu. Kendini kötü hissetti. Balkonun demirlerine yaklaşıp başını yukarıya doğru kaldırdı. Kimseyi görmedi, tekrar içeriye doğru yönelmişti ki büyük bir şangırtıyla olduğu yerde kaldı. Ağlama sesini de duymuyordu artık. İyice endişelenmişti. Ani bir kararla evden çıkıp, yukarı çıkan merdivenlerde buldu kendisini. Oysa ki bu tür olayların hep dışında kalmayı tercih ederdi. Bu defa kendisini neyin harekete geçirdiğini anlayamamıştı. Kapıyı çaldı telaşla. Herhangi bir ses duyamayınca tekrar çaldı. Acaba içerideki kadın kendine bir şey yapmış olabilir miydi? Üçüncü çalışında kapı usulca aralandı. Bezgin bir kadın sesi, yüzünü göstermekten çekinircesine - Buyurun? diyebildi sadece... Önüne dökülmüş dağınık siyah saçları yüzünün seçilmesini engelliyordu.

- İyi akşamlar... Alt komşunuzum. Gürültüleri duydum ve belki yardıma ihtiyacınız olabilir diye bakmak istedim.. Rahatsız ettim sanırım.. İyi misiniz?

- Bana bir sigara verirseniz daha iyi olacağım.

- Elbette...

Paketi şaşkınca cebinden çıkardı, uzattı. Titreyen bir el kapının aralığından telâşla sigarayı aldı. - Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim.

- Bir şeye ihtiyacınız olmadığına emin misiniz? Yapabileceğim herhangi bir şey varsa....

Cümlesini tamamlayamadan aralık kapıdan gördüğü büyük bir kertenkeleye benzer yaratığa gözü takıldı. Yanılıyor muydu yoksa gerçekten içeride tuhaf bir sürüngen mi dolaşıyordu? Kadın birden:

- Aslında bana yardım edebileceğiniz bir konu var. Az önceki duyduğunuz ses kırılan cam bir kafesti. Bir bukalemunum var da... İçeriye gelmek ister misiniz?

- E, evet tabi.

Biraz tedirgin eve girdi. Demek az önce gördüğü hayvan bir bukalemundu.

İlginç bir evdi. Kendi dairesiyle aynı plana sahip olmasına rağmen, öyle farklı döşenmişti ki, aynı bina değil aynı ülkede olduğuna bile inanamazdı. Dünyanın bir çok yerinden toplanmış maskeler salonun tüm duvarlarını kaplamıştı. Büyük saksılardaki görkemli bitkiler, kocaman uzun mumlar, köşede duran fil şeklindeki sehpanın üzerinde yanan tütsüden yayılan koku, bir yandan da her yere hakim olan mor, bordo ve altın sarısı renklerin uyumu onu büyülemişti. Bu ortamı bozan tek görüntü, salonun tam ortasındaki kocaman bir akvaryuma benzer eşyanın kırılmış haliydi. Camlarla beraber etrafa kuru dallar da saçılmıştı.

- Size yardım edeyim, diyerek yere eğildi ve cam parçalarını toplamaya başladı. Kısa bir sürede tüm kırıkları toplamışlardı.

- Çok teşekkür ederim, dedi kadın usulca.

- Rica ederim ama şimdi bukalemununuzu bu gece koyacağınız bir yer bulmamız gerekiyor.

- Dert etmeyin… Bu gece idare eder. Ayarlarım ben.

Bir şey içmek ister misiniz? Sanırım birinin bana arkadaşlık etmesi iyi gelecek.

- Bir kahvenizi içerim ama siz gerçekten iyi misiniz?

Sorusunun yanıtı kısa bir sessizlik oldu sadece. Daha sonra kadın, soruyu hiç duymamış gibi konuşmaya başladı:

- Bukalemunlar aslında yalnız yaşayan hayvanlardır. Ürkek ve yavaştırlar. Korkutulduklarında tıslar ve renk değiştirirler. Evet. Sanırım daha iyiyim şimdi. Nasıl olsun kahveniz? dedi ve gülümsedi hafifçe. Adım Berna, ya sizinki?

- Murat... Sevindim tanışmamıza. Tuhaf bir akşam oluyor benim için.

- Benim için de, diyerek mutfağa yöneldi.

Birazdan elinde kahvelerle döndü.

Bu arada bukalemun hâlâ evin bir yerlerinde dolaşıyordu.

- İyi oldu aslında kafesin kırılması, diye söze başladı Berna. Camdan yapılmış olması ona sıkıntı veriyordu zaten. Daha uygun bir şeyler bulmalıyım.

- Bu konu hakkında hiçbir bilgim yok. Hatta bir bukalemunu ilk kez canlı olarak gördüğümü söyleyebilirim.

- Çok benziyoruz onunla birbirimize. Yanlarına başka bir bukalemun konulduğunda strese girip iştahsız hale gelirler. Tıpkı benim gibi. En sevdiğim özelliğiyse, iki gözünü birbirinden bağımsız hareket ettirebilmesi... Nereye baktığını asla bilemezsiniz. Sizi izler gibi görünürken, bir yandan diğer gözüyle de lezzetli bir ava kilitlenmiştir.

Berna’nın bunları söylerken ki ses tonundaki tuhaflık içini ürpertmişti Murat’ın. Ben artık gitsem iyi olacak, diyerek oturduğu minderden doğruldu. Kafası karışmıştı. Az önceki duyduğu tartışma neydi? Kiminle, ne için yapılmıştı? Bu kafes niye kırılmıştı ve yarım saat öncesine kadar hıçkırıklarla ağlayan bu kadın nasıl bu kadar çabuk sakinleşmişti?

Tam ayağa kalktığı sırada daire kapısından gelen bir anahtar sesi duydu. Az önceki giden adam olabilir miydi? Öyleyse benim ne işim var burada, diye düşündü. Bunu düşünmek için geç kalmıştı. Gelen adam kapıyı kapattı. Murat’ı gördüğüne hiç şaşırmamış gibiydi. Suratı terliydi. Hiçbir şey söylemeden bir kanepeye attı kendisini. Berna’ya baktı, gülümsedi. Berna’nın gözleri sakin ve kaygısızdı. Az sonra olacakları bilir gibi bakıyordu. Murat kapıya doğru yavaşça yürüdü, tokmağı çevirdi, kilitliydi. Adamın parmaklarının arasından anahtarların şıkırtısı duyuluyordu.

07/12/2007/Ankara

ŞAL

- Hanımefendi, uyanın. Yeni yolcularımız geldi. Bayan, lütfen uyanır mısınız?

Nerede olduğumu hatırlamakta zorlandım bir an. Çok uzun sürmedi. İki koltuk boyunca kıvrılıp yattığım yerden kalkıp kendime ait olan koltuğa oturup, bana seslenen görevliye ve yanıma gelen yolcuya bakmadan yüzümü cama dayadım. Yine kapattım gözlerimi. Aslında artık uyumuyor, sadece hatırlıyordum. Biner binmez uyumuştum. Düşünmemek için sadece. Daha fazla ağlamamak için… Üzerimdeki yün, siyah şalı boğazıma kadar çektim. Sarıldım ona. Anneminmiş bu.

Gözlerimi açtım hafifçe. Gecenin karanlığında camdaki yansımamda bile belli olan akan makyajımla ve şiş yüzümle karşılaştım… Ne hale gelmiştim böyle. Ben…

Yaşamındaki anların kontrolü başkalarında olan, buna karşı çıkmaya cesareti veya gücü olmayan kadınlar vardır. İçlerinde hep bir burukluk, hep bir eksiklik, bitmez bir iç sızısı yer eder. Bakışlarında görürsünüz bunu. Ama durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmazlar. Ne zaman yolun bir yerinde yorulmuş, yılmışlardır bunu ise asla bilemezsiniz. Hiçbir zaman o mücadele, o karşı çıkış halindeyken kesişmemişsinizdir onlarla. Belki hiç olmamıştır bu ama yine de tuhaf bir şekilde sizde uyandırdıkları his, bir zamanlar bir yerlerde savaş meydanına çıktıklarıdır. Yine de o an gördüğünüz, sözüm ona başkaldırılarının bile yenilgiyle sonuçlandığının bir resmidir. Oldum olası acımış, üzülmüşümdür bu tip kadınlara. İçten içe onlar gibi olmamanın bana göre haklı gururunu yaşamış, onların çaresiz, zavallı duruşları kendimi daha güçlü görmeme yol açmıştır. Öyle ya, insan dediğin, hele hele kadın dediğin tuttuğunu koparmalı, ne isterse yapabilmeli. Tek bir doğru vardır ya sanki. Ve herkes buna göre yaşamalıdır ya… Peki ya şimdi ben, nasıl bu kadınların yüzünü görüyordum kendimde.

Durduk… Durmuşuz. Nice sonra fark ettim. Yine bir istasyon, yine yeni yolcular. Yol arkadaşıma baktım. Başı bir yana düşmüş, hafifçe hırlayarak uyuyor. İşte, bu… Kim olursan ol, uyursun, yemek yersin, tuvalete gidersin… Ayrı görünsek de aynıyız.

Uykum kaçtı. Ayağımın altında duran çantama yöneldim isteksizce. Elimin aradığı telefonum oldu ilk önce. Hiç kimse aramamıştı. Bir zamanlar benim için şaşırtıcı olan bu durumu yadırgamadım hiç. Usulca yerine koydum. Saate baktım. Sabahın 3’ünü gösteriyordu. Yaklaşık dört saatim daha vardı. Yerimden kalktım, şalı koltuğuma bırakıp, yanımdakinin ön koltuğa doğru uzattığı bacaklarının üzerinden ustaca bir hamleyle atladım. Yürüdüm vagon boyunca. Sağlı sollu koltuklarda, kimi uyuyan, kimi düşünen, kimi okuyan insanlara bakarak. Kapının düğmesine bastım, tıslayarak ve gürültüyle açıldı. Daha kaç vagon geçtim böyle bilmem. Nereye gideceğini bildiğin zaman saymıyorsun böyle şeyleri.

Oturdum boş masalardan birine. Dünden beri bir şey yemediğimi hatırlayıp, bir şeyler ısmarladım. Kimseye fark ettirmeden, masanın altına doğru eğilip, kocaman çantamın içinde kaybolarak akan makyajımı temizledim. Keşke kızarmış gözlerim için de yapabileceğim bir şey olsaydı.

Karşımda yorgun ama keyifli yüzler vardı. Bir süre göz ucuyla insanları izledim. Onlara dair kurduğum hikâyelerin içinde tam kaybolmuşken, ‘oturabilir miyim’ diyen zarif ve ince bir kadın sesiyle masaya döndüm yine. Yanıt alamayınca cümlesini tekrarladı:

- Merhaba, oturabilir miyim kızım?

- Aa, affedersiniz, tabi buyurun.

- Teşekkürler, dedi hafifçe ama içten bir tebessümle.

Tanımadığım insanlarla bazen olmadık bir samimiyete girerdim, bazen de aman ne olur bana ilişmesin deyip elinden geldiğince kaçardım sohbetten. Şu an iki durumda da değildim sanki. Yine de elim çantama doğru uzandı ve aylardır bitirmekte zorlandığım kitabı çekti çıkardı. Kaldığım yeri bulup, kitaba diktim gözümü. Okumuyor ya da okusam dahi kendimi vermekte zorlandığımdan, anlamıyordum. Meşgul görüntüm amacına ulaşmış, karşımdaki kadın, camdan dışarıyı seyretmeye dalmıştı. Bir süre sonra göz ucuyla onu incelerken buldum kendimi. Açık kumral dalgalı saçları hafifçe toplanmıştı. Yer yer beyazlar seçiliyordu. Yeşil gözleri, altın sarısı metal çerçevenin camlarının ardından dalgın ama huzurlu bakıyordu. İlk bakışta göremediğiniz ama sonra sonra içinize işleyen yılların eskitemediği, yıpratamadığı bir güzelliği vardı. Yüzünün her detayına, bakışına, vücudunun duruşuna, öyle dengeli dağılmıştı ki bu güzellik, kusursuz bir bütün oluşturuyorlardı. Üzerinde tozpembe ipek bir gömlek vardı. Başını cama dayayıp yavaşça kapattı gözlerini. Belli ki o da çok yorgundu.

- Pardon hanımefendi. Yemekleriniz…

Elinde kocaman bir tepsiyle, sabahın bu saatinde hala itinayla servis yapmaya çalışan garsonla göz göze geldik. Elindekileri usulca bırakıp, başka bir şey isteyip istemediğimi sordu. Teşekkür ettim. Garson, kadının uyuduğunu görmüş olmalı ki, ona bir şey sormadı ve dönüp gitti. Önümdeki yemeğe baktım iştahla. Günlerdir ne yediğimin farkında bile değildim. 10 dakika içinde ne varsa silip süpürmüştüm. Ne gariptir şu beden. Sen ne yaşarsan yaşa, o da kendini yaşatmak için akıl almaz bir mücadeleye girer. Çoğunlukla pes edersin sonunda.

Kadına baktım yine. Kapalıydı gözleri hala. Garip bir enerjisi vardı. Masaya oturduğu andan itibaren hissetmiştim bunu. Bir anda son günlerde olanları düşünmez olmuş, ateşli bir hastalıktan çıkmış gibi kendimi iştahla yemeğe vermiştim.

Kitabı tekrar açtım. Kararlıydım bu defa bu bölümü bitirmeye.

- Kızım, benim için bir bardak su isteyebilir misin?

- Elbette. Garson! Bakar mısınız? Su alabilir miyim?

Uyanmıştı. Belki de hiç uyumamıştı. Bana teşekkür edip, gelen suyu içti ağır ağır.

- Çok okurdum bir zamanlar, diyerek elimdeki kitaba baktı.

- Ah, evet, bende dedim. Ama artık ayda, bir kitap bitirirsem iyi sayıyorum kendimi.

- Böyle düşünmek için fazla genç değil misiniz? dedi gülümseyerek. Ya da çok yoğun olmalısınız. Okumanın keyfine varan biri bundan çok zor vazgeçer.

Anlattım ona, genç yaşıma rağmen yılların üzerimde bıraktığı yorgunluğu ve son zamanlarda yaşadıklarımı. Tanımadığın birine anlatmak iyi gelir derler ya, bu ondan da iyiydi. Öyle sakin ama bir o kadar dikkatle dinliyordu ki. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak istercesine. Mimikleri yerli yerinde kullanıyor ama anlatımımın bundan etkilenmemesi için ölçülü tutuyordu onları. Tüm zerafetine rağmen sıcaktı. Uzun zamandır unutmuş olduğum, uzun zamandır yaşamadığım bir sıcaklığı vardı.

- Peki ya aileniz? Onlar neredeydi bu süreçte?

- Yolun bir yerinde ayrıldık işte. Herkesin tamamlaması gereken bir yolu vardır, kim olduğunu anlamak için. Onların da artık burada yapacakları daha fazla şey kalmamış olmalı ki gittiler…

Büyük bir bilgelikle baktı yüzüme. Haklısın dercesine başını hafifçe salladı. Pek konuşmuyor, ufak ama yerinde sorularla beni konuşturup dinliyordu. Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Cebimden müzik çalarımı çıkardım. Sevdiğim bir filmin, onlarca dile çevrilmiş o hüzünlü şarkısını buldum. Hiç tanımadığım insanları, görmediğim kentleri, yaşamadığım aşkları hayal edip ağlardım bu şarkıda. Ne garip, insan bilmediğini özler mi? Özlüyormuş işte.

- Siz de dinler misiniz?

Uzattığım kulaklığı gülümseyerek alıp taktı. Melodiyi duyar duymaz kaşları kalkıp, dudakları muzipçe birleşti. Yüzünü hasret dolu bir bakış kapladı.

-Çok severim bu şarkıyı.

Gözlerimin içine baktı. Şefkatle ve sevgiyle. O an öyle bir şey oldu ki, içimdeki gücü, sevgiyi, huzuru, barışı, uyumu, dengeyi ve güveni bir anda geri kazandım. Olanı hatırladım belki de.

Soğuk rayların üzerine güneş vurmaya başlamıştı artık. Bizden başka bir adam daha vardı vagonda. O da masanın üzerine başını dayamış, derin bir uykudaydı. Garip bir duygu kapladı içimi. Olmadığım kadar iyiydim onunlayken. Şimdi fark ediyordum bunu. Ama yolumuz az kalmıştı ve ineceği istasyondan sonra belki karşılaşmayacaktık bile bir daha. Bu kaygıyla olsa gerek, nihayet onun hakkında bir şeyler sormak istedim. Bir yandan bencilliğimden de utanmıştım.

- Siz, siz nerede… diye başladığım cümlem yarım kaldı. Başı soğuk camda, yine uykuya dalmıştı. Bir cennet olduğunu bilseydim, onun uyurken orada olduğuna kalıbımı basardım.

Ben de kapadım gözlerimi.

Rüyamda sevdiğim bir arkadaşımla yürüyorduk bir vadide. Bir tepeye çıktık. Yeşilin ve sarının tüm tonları vardı. Alabildiğine geniş düzlüklerde uzanan ayçiçeği tarlaları ve uzaklarda sakin, mutlu köylerin siluetleri vardı. Yürümeye devam ettik ağır ağır. Bir süre sonra ayaklarımın yerden kesildiğini fark ettim. İlerliyordum ama adımlarım boşluktaydı. Korkmadım ama şaşkınlıkla, toprağa basarak yürümeye devam eden arkadaşıma dönüp baktım. Gayet normal bir ifade vardı yüzünde. Sanki böyle olduğunu daha önceden biliyor ve bunca zamandır benim de fark etmemi bekliyor gibiydi. Devam ettim. Biraz daha yükseldim. Yükselip alçalıyor, arada toprağa değiyor ama hiç durmadan yürüyordum. Bunu kontrol etmeye başladıkça daha keyifli hale geliyordu. Yüzümde koca bir gülümseme olduğunu hissedebiliyordum.

- Hanımefendi, son istasyon.

Gözlerimi araladım, tamam dercesine başımı salladım. Hâlâ gülümsüyordum. Birden karşımda olmadığını fark ettim. Etrafıma baktım. Yoktu. Önceki istasyonlardan birinde inmiş olmalıydı. Onu yine görebileceğimi umarak garsona seslendim:

- Bakar mısınız? Benimle oturan hanım nerede indi acaba?

- Hangi hanım?

- Burada tüm gece sohbet ettiğim hanım. Hatırlamıyor musunuz onu?

- Anlayamadım kusura bakmayın. Siz burada hep yalnızdınız.

Daha fazla üstelemedim. Teşekkür ettim. Uzaklaşırken, birkaç kez dönüp baktı bana.

Bir an bile tereddüt etmedim. Garsonla konuşurken üzerimdeki siyah şalın sıcaklığını hissediyordum.

2009

1 Temmuz 2010 Perşembe

O.

Lady O. , eteklerini düzelterek yavaşça koltuğa oturdu. Önündeki küçük, yeşil masada duran şarap kadehinden bir yudum alıp, merakla bekleyen Sir S.’yle göz göze gelmemeye çalışarak anlatmaya başladı:

Çok uzun zaman önce, sık sazlıklarla örtülü bir bataklıkta Venüs isimli bir etobur bitki yaşardı. Çok çeşitli canlının yaşadığı ve beslendiği bu nemli, pis kokulu, çoğu zaman puslu ortamı, diğer türdeşlerinin aksine hiçbir zaman sevemedi. Etrafındaki diğer canlıları izlerdi hep. Balıkçıllara hayranlık duyardı. İnce, uzun bacaklı, kocaman gagalı, aceleci kuşlardı onlar. Arkalarından bakardı, hüzünlenirdi onlar giderken. Gitmelerine değil, kendisinin kalışına üzülürdü.

İki yana açılmış bir başı vardı. Yaprakların içi kan kırmızısı, dış yüzeyi can alıcı bir yeşildi. Tam bir kapan görünümündeydi ama, bunu tuzağına düşen canlılar asla fark etmezlerdi. Çarpıcı renkleri sayesinde onu görmeden geçmek mümkün değildi. Böcekler, sinekler onun göz alıcı renklerine doğru gelir, kokusuyla büyülenir, lezzetli özsuyundan tatmak isterlerdi. İşte tam iki kanadının arasına doğru konduklarında Venüs, yapraklarını kapatır, kafesine hapsederdi onları. Neye uğradığını anlayamayan tutsak, yavaş yavaş sindirilerek, sonunda yok edileceği kaderini yaşamaya başlardı o an. Acımasız gibi görünse de doğası buydu onun. Yaşaması için, yok etmesi gerekiyordu.

Bir gün, sazlıkların gerisinden sesler geldi. Daha önce hiç görmediği bir yaratık türü vardı karşısında. Bir kurbağaya seslenip sordu:

- Bu da kim böyle?

Kurbağa sakince cevapladı:

- O mu? O bir insan. Bizden çok farklılar. Pek fazla merak etmemeni öneririm sana. Hatta varlığını bile fark etmeleri bizim gibiler için tehlikelidir. Ne yapacakları hiç belli olmaz. Eline düşmeye gör sen, dedi ve bir taşın üstüne zıplayarak oradan uzaklaştı.

O günden sonra Venüs’ün kafasında hep insanlar oldu. Onları merak etti. Neler yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını. Eskiden balıkçılları kıskandığını sanırdı. Ama onların hiçbir cazibesi kalmamıştı gözünde. Artık tek isteği insanlarla ilgili bir şeyler öğrenebilmek ve bir gün belki onlardan biri olabilmekti. İlerleyen günlerde, bataklığın yakınlarında yine insanlar gördü. Bedenlerine, hareketlerine baktı uzun uzun. Çıkardıkları sesleri dinledi. Ne de farklı dünyaları var diye düşündü. Etobur bir arkadaşı vardı hemen yakınında. Ona seslendi bir gün:

- Hey, benim de bir insan olma şansım var mı sence?

Diğeri küçük bir kahkaha attı ve ona dönerek:

- Bu zor bir iştir ama çok istersen belki Beyaz Cadı senin için bunu yapabilir. Yine de böyle bir şeyi istemeden önce iyi düşün. Ben hiçbir zaman aklımdan bile geçirmedim, kendimden o kadar memnunum ki, dedi ve yapraklarının arasına konmuş bir sineği hapsederek afiyetle yemeğe koyuldu. O an Venüs, bunu ne kadar istediğini daha iyi anladı.

Lady O. , burada kesip, kadehinden bir yudum daha aldı. Sir S. gözlerini ondan hiç ayırmadan hikâyenin devamını merakla bekliyordu. Uzun bir sessizlik oldu. Sir, bakışlarını Lady O’nun üzerinde gezdirdi. Mor elbisesine ve beyaz dantellerle süslü kollarına baktı. Kadife bir tenin üzerinde, kadifenin ne kadar sönük kaldığını düşündü. Açık omuzlarına dökülen koyu saçlarına baktı. Buklelerin arasında kayboldu. Bu kadını neden bu kadar istediğini ve onda farklı ne olduğunu düşündü. Onun nasıl olup da, yaşına rağmen bu denli genç ve güzel kaldığını, duyduğu anda kendini kollarına atmasına sebep olan kokusunu, sevişirken aldığı büyülü tadı geçirdi aklından. Sir’in kendisini izlediğinin farkında olan Lady, gözlerini sürekli ondan kaçırıyordu. Şatonun soğuk duvarlarına baktı ve tekrar anlatmaya başladı:

Aradan aylar geçmişti. Venüs, isteğinden hiçbir şey kaybetmediği gibi, Beyaz Cadı’ya ulaşmanın yollarını araştırmaya başlamıştı. Bataklığa gelen her hayvana bunu iletiyor, onu gördükleri takdirde mutlaka yanına getirmelerini istiyordu. Ama bu çabalar sonuçsuz kaldı. Ta ki, Venüs bir gün dayanamayıp, köklerini topraktan ayırmaya çabalayana kadar. İşte o gün Beyaz Cadı’yı hiç ummadığı anda karşısında buluverdi. Uzun beyaz bir elbise, beyaz taşlardan yapılma bir kolye, iki yanından beyaz otların sallandığı, yanlara doğru sivrilen tuhaf bir şapka. Ellerine baktı. Uzun ince parmakları vardı. Ayaklarını göremiyordu. Eteği onları kapatmış olmalıydı. Ama sanki yere basmıyor, hafifçe havada süzülüyor gibiydi.

Bembeyaz teni ve beyaz giysilerine tezat, kıpkırmızı dudaklarını aralayarak konuşmaya başladı:

- Uzun zamandır seni duyuyorum Venüs. İsteğinden emin olmanı bekledim gelmek için. Bugün artık anladım ki, sen kararından eminsin. Yine de bunu gerçekleştirmeden önce, söyleyeceklerimi sakın unutma!

Venüs iyice sabırsızlanmaya başlamıştı. Nihayet bir insan olacak ve bu sıradan yaşamından kurtulacaktı. Onlar gibi düşünmek, hissetmek, konuşmak, dokunmak istiyordu. Tüm bunlara kavuşmasına çok az kalmıştı. Beyaz Cadı sözlerine devam etti:

- Az sonra uğrayacağın değişimden sonra bu bataklığa ait olmayacaksın artık. Değişiminin geri dönüşü yoktur. İnsanlar gibi bir bedene sahip olacaksın, onlar gibi konuşup, onlar gibi davranacaksın. Ama önceki hayatının izlerini de taşıyacaksın. Bunlar senin için, onların arasında kimi zaman bir avantaja dönüşecek. Kimi zaman da verdiğin bu kararı acıyla sorgulayacaksın.

Bir an sözlerini kesti ve karşısında ona boş gözlerle bakan Venüs’ün, son söylediklerini pek de kavrayamadığını fark etti.

- Sanırım yaşarken demek istediklerimi daha iyi anlayacaksın, diyerek ona son kez baktı. Kararlılığını gördü ve elindeki küçük şişeyi açıp, içindeki mor sıvıyı üzerine döktü. Gözlerini açtığında kendini yerde yatarken bulan Venüs, önce kökünün kurtulduğu toprağa, sonra yeni bedenine baktı. Artık hayalleri gerçek olmuştu.

Hikâyeyi burada sonlandırdı Lady O. Bakışları boşlukta bir noktaya kilitlenmişti. Açık pencereden, sülün avından dönenlerin sesleri geliyordu. Gün batımına sayılı saatlerin kaldığı bu vakitleri hep severdi. Dışarıda hafif bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Birbirine değen dalların, yaprakların şarkısıyla kendinden geçti. Bir şeyler mırıldandı.

Sir, onun, içtiği şaraptan kırmızılaşmış dudaklarına baktı. Yerinden doğruldu. Yanına geldi. Karşı konulmaz bir çekim içindeydi. Lady’nin dudaklarına doğru yaklaştı. Tüm sıcaklığıyla nefesini hissetti.

Lady, o gün ilk kez gözlerine baktı sevdiği adamın. Sir S. bu defa o bakışlarda daha farklı, daha vahşi bir şey gördü. Tüm sorularının cevabını aldı, dudaklarının arasında son nefesini verirken. Lady O. , bir eliyle gözlerindeki yaşı, bir eliyle ağzındaki kanı silip, kadehindeki kalan yudumu bitirdi.

14 Nisan 2008/Ankara