4 Haziran 2010 Cuma

VEFA BEKÇİSİ

Saatlerdir yoldaydım. İki gün önce gelen telefon sonrasında, hiç istemesem de, o şehre dönmek zorunda kalmıştım. Bu meseleyi çözmeliydim. Ne tuhaftı telefondaki kişinin sesi. Kadın mı yoksa erkek mi olduğunu anlayamamıştım. Soğuk ama kendinden emindi konuşması. Ne yapıp ne edip numaramı bulmuş, beni haberdar etmişti. Dediğine göre çocukluğumun geçtiği evde, akşam karanlığı çöktükten sonra bir ışık beliriyormuş. Cılız, tıpkı bir mumun ışığı gibi... Evsizlerin işi olduğunu düşünüp, öfkelendim onu dinlerken. Aylardır satmaya, kurtulmaya çalıştığım bu ev bakalım daha ne işler çıkaracaktı başıma. Tam teşekkür edip biraz daha bilgi alacaktım ki, karşı tarafın çoktan kapatmış olduğunu fark ettim.

Şehrin tabelası göründü uzaktan. Yorgun ve isteksizdim. Buraya dair her şeyi silmiştim. On yedi yaşımda evden çıkıp gittiğimden bu yana hiç gelmemiştim. Paraya ihtiyacım olmasa onca yolu çekmezdim bile. Telefondakinin dediğine göre gündüzleri evde hiçbir hareket yokmuş. Sadece akşamları, biri ya da birilerinin varlığından şüphelendiğini söylemişti.

O heybetli, sarı evin önüne geldiğimde şöyle bir durdum. Güzeldi, kesinlikle çok güzel. Zaman bozamamıştı. Kocaman pencereleri, önündeki erguvanlar, küçük havuzu, bahçesindeki onlarca çeşit ağacıyla hâlâ hatırladığım gibiydi. Kapıya yöneldim. Yıllardır elime almadığım o anahtarı sokup açtım. Açmamla birlikte ahşap kirişten ufak bir parça ayaklarımın dibine düştü. Aldırmadım. Loştu içerisi. Kapalı kalmış birkaç panjur vardı. Kanatlarının elimde kalma ihtimalini düşünürken, şaşırtıcı bir biçimde açmakta zorlandım. Giren gün ışığıyla birlikte aydınlandı ev. İki katlıydı. Çok yüksek tavanları vardı. Sağlı sollu toplam dört oda ve bir mutfak alt katta, üç oda da üstteydi. Çok az eşya bırakmıştık burada. Üzerleri örtülmüş eski bir koltuk takımı, birkaç yatak, eski tencereler ve bana ait ders kitapları. Bir zamanlar asılı çerçevelerin duvarlardaki izleri hâlâ duruyordu. Tüm çocukluğumun geçtiği, hatta babamın büyüdüğü, onun da tüm ailesinin bir zamanlar yaşadığı bu ev, benim için anılarıyla birlikte kapısının gerisinde kalmıştı. Zaten hep şu an ve sonrası olmuştu hayatımda. Fotoğraflara bile bakmayı sevmezdim hiç. Ne de olsa geçmiş, geçmiş demekti.

Telefondaki sesin söyledikleri geldi aklıma. Kim nasıl girebilecekti ki buraya. Arka bahçeye açılan kapıyı kontrol ettim. Mümkün değildi. Orayı yıllar önce demir parmaklıklarla kapattırmıştı babam. Ona göre, dışarıdan gelebilecek her tür tehlike, kaynakları kontrol altında tutulursa, önlenebilirdi. Ön kapının kilitleri ise oynanmış olsaydı bunu fark ederdim zaten. Pencerelere hiç dokunulmadığı tozundan anlaşılıyordu. Tüm odaları gezdim. Üst kata da iyice baktım. Bir insanın yaşadığına veyahut buraya geldiğine dair iz bulamadım. Beni arayan kişi, belki de yanılmıştı. Ama yine de emin olmak için geceyi beklemeliydim. Evden çıktım. Tam karşıda ufak bir restorana oturdum. Sipariş verdim. Gelen garsona, şehrin ne kadar değişmiş olduğunu söyledim. Oysa beni zerre kadar ilgilendirmiyordu. Değişmeyenler sadece, bu cadde üzerinde aynı sırada yer alan üç eski sarı evdi. Şehri koruyan koca burçlar gibiydiler. Belki de dünyanın bilinmeyen bir geçmişine açılan kapılar gibi. Bir şeyleri anlatmak, hatırlatmak istercesine ayakta kalan üç yapı. Ama o farklıydı diğerlerinden. Yaşıyordu hâlâ. Tazeydi yüzü. Diğerleri gibi yorgun değildi. Direndikçe yenilenmişti. Besleniyor gibiydi bir yerden. Çok eskilerde bir Macar Prensi’nin ailesiyle birlikte burada uzun yıllar yaşadığını anlatmışlardı. Tarihi ile ilgili başka bilgim yoktu. Merak da etmemiştim zaten. Yıllardır bu evi hiç düşünmediğimi fark ettim. Oysa ki geçmişime ait o kadar çok anı vardı ki burada. Ama sevmezdim ben hatırlamayı, hatırlatmayı da.

Bir an önce ayrılmak istedim şehirden. Akşam bu işi çözmeliydim. Garsonu çağırdım.

- Affedersiniz... Karşıdaki evle ilgili birkaç şey sormak istiyordum da.

- Buyurun beyefendi. Çok bilgim yok ama yardımcı olayım.

- Bu evi satılığa çıkaran kişi benim. Hiç tuhaf bir şeyler gördüğünüz oldu mu? Yani eve giren birileri oluyor mu hiç? Özellikle akşam saatleri.

- Öğleden sonraları burada oluyorum. Aslında her akşam eve dönerken önünden geçiyorum. Her zaman ki gibi duruyor öyle işte. Yazları bahçe demirlerine tırmanıp düşen çocuklardan başka, farklı hiçbir şey görmedim, dedi hafifçe gülümseyerek.

- Hiç ışık falan?...

- Hayır beyefendi, hiç.

- Teşekkürler... Hesabı alayım.

Kafam karışmıştı. Eve doğru yürümeye başladım. Hava kararıyordu. Arabama uğrayıp fener ve çakımı aldım. Her kim buraya gelip kalıyorsa, ondan önce girmeliydim. Kapıyı açıp, yavaş adımlarla ön cephedeki odalardan birine geçtim. Işık yakamazdım. Bir koltuğa oturup karanlıkta sessizce bekledim. Bütün gün araba kullanmanın verdiği yorgunlukla gözlerimi kapadım. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Karşı odadan gelen, güçlükle duyulan müzik sesiyle gözlerimi açtım. Ayakkabılarımı çıkardım. Gürültü yapmamaya çalışarak oraya doğru yürüdüm. Gördüğüm manzaranın etkisiyle olduğum yerde kaldım. Oda, tıpkı çocukluğumdaki gibiydi. Dario Moreno’nun, babamın en sevdiği şarkısı çalıyordu, Rüya gördüğümü sandım bir an... Ama değildi. Odayı aydınlatan, bir mum ışığıydı sadece. Yine de her ayrıntının seçilmesine yetiyordu. Diğer odalara da bakmaya başladım telaşla. Evet, hepsi o yıllardaki eşyalarımızla doluydu. Halılar, tablolar, biblolar, vazolar, çarşaflar, yastıklar, viski şişeleri, o büyük masa ve diğerleri. Yatak odasında ters duran kırık sütun başı da oradaydı. Makyaj masasının önünde bir tabure gibi dururdu. Annemin üzerine oturup süslendiği o sütun başı… Her gün okuldan dönünce koltuğun üzerine fırlattığım, üzerinde lacivert bir gemi olan kırmızı hırkam… Her şey, o günlerdeki yerindeydi.

Tek farkı hiç kimsenin olmamasıydı. Benim dışımda... Şaşkınlık içindeydim. Salona çıktım tekrar. Tüm odaların açık kapılarından mum ışığı süzülüyordu hâlâ. Bunun nasıl bir şaka olduğunu ve kimin yaptığını anlamalıydım. Üst kata doğru süzülen bir karaltı gördüğümü sandım. Karar vermem uzun sürmedi. Merakım kaygılarımı bastırıyordu. Yukarıya doğru yöneldim. Uzun koyu renkli bir pelerini vardı. Başında kapüşonu olduğunu seçebiliyordum. Üst katı da mumlar aydınlatıyordu. Kimdi bu? Arkası dönük olduğundan yüzünü göremiyordum. Tuhaf ki, içimde bir korku yoktu. Tedirgindim biraz. Tanıdığım, bildiğim bir şeylerin enerjisi yayılıyordu ondan. Bir süre öyle kaldık. Ani bir hareketle bana doğru döndü. Yoktu yüzü.... Sonra babam oldu yüzü, derken kardeşim ve bu evde yaşamış herkes oldu sırayla. Hatırlamadığım yüzler de geçti o kara boşluktan. Her bir görüntüyle birlikte adeta beynim sarsılıyordu. Geçmişime dair sildiğimi zannettiğim her detay, büyük bir acı vererek yerine oturuyordu. Sonra yine boşaldı yüzü. –Nihayet gelebildin, dedi. Bu sesi tanıyordum. Telefondaki o cinsiyetsiz ses... Ürperdiğimi hissettim. Her yanım titriyordu. Bana yavaş yavaş yaklaştığını hissediyordum. Olduğum yerde kalakalmıştım.

Son bir hamleyle aşağıya doğru inmeye başladım. Arkama bakamıyordum bile. Ana kapının önüne geldim. Açılmıyordu. Anahtarımı soktum. Hayır, açmıyordu. Ellerim terlemişti. Pencerelere doğru koştum. Tüm panjurlar kapalıydı. Sanki yıllardır açılmamışçasına serttiler. Her birini açmak için tüm gücümü harcadım. Nafileydi. Bu evin mutfağında kurduğumuz kapanlara kısılan fareler geldi aklıma ve onların boş çırpınışları. Soğuk bir nefes hissediyordum arkamda. Pelerininin hışırtısını duydum ve dönüp son bir kez daha, o olmayan yüze baktım. Hızlı bir hamleyle pelerini kaldırdı ve aldı beni karanlığının içine. Direnecek ne hâlim, ne de isteğim vardı artık. Bıraktım kendimi anılarla dolu gövdesine. Bir kasırganın içindeydim. Etrafım, hızla geçen yüzlerce ruh ile sarılmıştı. Yüzlerini seçemiyor, sadece tahmin ediyordum. Yırtık fotoğraflar bedenime düşüyor, değdikleri yerleri dağlıyordu. Kasırganın rüzgârı, içimdeki boşluğu yalıyor, geçtiği çeperlerin her hücresinde akıl almaz bir hüzün yaratıyordu. Duyduğum acı ise tarifsizdi. Daha ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum. Kasırganın içinde dönüp duran kırık parçalardan kendimi korumaya çalışıyor, bir yandan da tutunacak bir şeyler arıyordum. Her şey, herkes, bana yardım edemeyecek kadar silikti. Tıpkı benim onları ardımda bıraktığım şekilde. Anlıyordum artık, neden burada olduğumu.

Birden sıcacık bir şey hissettim. Hemen sonra, büyükannemin gözleriyle karşılaştım. Her daim hoşgörüyle gülümseyen, bilen gözleriyle. Onu ne çok özlediğimi fark ettim o an. Akan yaşlar, kasırgayı yavaş yavaş dağıtmaya başladı. Hıçkırıklarım arttıkça etrafım aydınlandı. Dönüp duran diğer yüzler sakinleşti. Onları seçebiliyordum artık. Çok eskiden hatırladığım neşeli bir ritimle salınmaya başladılar hafifçe. Hepsine teker teker gülümsedim, onlar da bana.

Birden o sesi yine duydum yine. Unutmuştum onun bedeninde olduğumu. İlk kez yumuşaktı sesi.

- Affettin kendini. Hadi git artık.

7 Şubat 2008 / Ankara

23 Mart 2010/Ankara