4 Haziran 2010 Cuma

ALTIN KURBAĞA


Yıl 1989. Sessizce avluya girdi... Ortadaki havuzun etrafında dolaştı. Durdu... Burası olmalıydı. İzler burada bitiyordu. Loş bir ışık vardı, pencerelerden süzülen. Uzun arka bacaklarını iyice gerdi. Yorulmuştu. Etrafına baktı. Birileri yaşıyordu bu evde. Ortalıkta bırakılmış tabaklar, şişeler, giysiler... Mevsimler boyunca izlemişti onu. O kadar çabuk kayboluyordu ki, nihayet bir yerde yakaladığına hem sevinmiş hem de şaşırmıştı. Suya baktı. Zıplayıp havuza dalmak istedi bir an... Ama artık kendisi gibi olmadığını fark etti. O her neyse, her kimse, artık o olmak istiyordu.
Serindi hava. Gecenin karanlığında, baykuşlar öterken çıktı merdivenleri. Sımsıkı kapalı, oymalı ahşap kapının altındaki ince boşluktan tüm esnekliğiyle sıyrıldı geçti. Her yere, hiç kimse fark etmeksizin hep girmişti zaten. Bazense, sinsice dolaşmıştı birilerinin hayatlarında. Dilediği zaman kendini gizleme konusunda oldukça ustaydı. Ama şu anda yaptığı farklıydı. İlk kez, iradesi dışında bir şeye sürüklenmişti. Ahşap merdivenleri zıplayarak geçti. İnsan kokuları sinmişti her yere. Farklı kapıların ardından sızan kokular ve oralarda uyuyan farklı insanlar. Bol baharatlı şehirlerde, çöp dağlarının arasında, kırların taç yapraklı hazinelerinde, özleri birbirine karışmış meyve sepetlerinde veya alımlı kadınların tenleriyle birleşip amber olmuş parfümlerinin genzine dolduğu zamanlarda bile onu hep seçip bulmuştu. Soldaki odaya yöneldi. Aralıktı kapı. Her yeri kaplamıştı. Öyle uzun zamandır izliyordu ki onu, artık belli belirsiz bir rengi de oluşmuştu. Bu eflatun huzmeyi geçtiği yollarda, başka kokular arasında biraz da bu sayede kaybetmemişti. Kapının aralığından gelen kadarı bile, kendini kaybetmesine yetiyordu. İçeri girdi usulca. Üzerinden tüller sarkan bir yatakta yoğunlaşıyordu koku. Sıçradı oraya, uzattı boynunu. Baktı... Yolun sonuna gelmişken ne yapması gerektiğini bilemedi. Vardığında ne olacağını, ne yapacağını hiç düşünmemişti. Kaldı öylece. Oradaydı sadece. Yıllardır izini sürdüğü, karşısındaydı nihayet. Yaklaştı yanına. Derin derin içine çekti... Kocaman oldu sarı göğsü, o ezeli kokunun dolmasıyla. İçinden hiç çıkmamasını istedi. Kendi varlığının farkına varıyordu keyifle. Biraz daha yaklaştı. Kaynağa gelmiş olmasına rağmen içine çekmeye ve ona çekilmeye devam ediyordu. Durdu. Bu bir insan bedeniydi. Ama nasıl olabilir diye düşündü. Onca ülke, onca varlık görmüştü. Dünyaya ait olanları bilirdi. Onlar ne olurlarsa olsunlar mutlaka tamamlanamamışlığın izlerini taşırlardı. Bir mühür gibi, bazen bedenlerinde, bazen ruhlarında görürdü bunu. Oysa bu varlık, her şeydi. Başlangıç ve bitiş, iyi ve kötü, olan ve olmayan. Ani bir hamleyle ama hafifçe üzerine atladı. Temasıyla birlikte hissettiği huzur onu bir an sersemletti. Nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Karnı olmalıydı burası. Beyaz, şeffaf kumaşın kayganlığında yürümesi bazen zorlaşsa da ilerliyordu. Yüzüne doğru gitmeliydi. Bir bilge, gözlerde gizlidir cevapların çoğu derdi. Görmeliydi onları. Bu gece karşılaşmalıydı onlarla. Devam etti yürümeye. Bir an, üzerinde yürüdüğü beden hafifçe titredi. Onu uyandırma korkusuyla durdu. Etrafına baktı. Karın üzerini örttüğü bahar dalları canlandı gözünde. Ne imkânsız, ne eşsiz bir görüntüydü. Hem bahar hem de kış... Bir süre öylece kaldı bu bahçede. Sonra kendisinin cılız görünen bacaklarına, koca ayaklarına baktı. Bedenini kullanmayı, onun işlevlerini ruhunun yolu ile bütünleştirmeyi başarmıştı uzun zaman önce. Ama artık bu bedeni taşımaktan yorulmuştu.

-Hey sen, ne yapıyorsun orada öyle?

Düşüncelere dalmışken sesle irkildi birden. Karşısında iki koca göz, ona korkudan uzak bir merakla bakıyordu. Uzun, mor saçları örülüp bir taç gibi başının üstünde toplanmış, yüzünün beyazlığı içinde hiç bilmediği ormanları andıran gözleri ve pembe ağzıyla oradaydı işte.
Kız, uzun ince parmaklarıyla, yatağın tüllerini bir kenara çekti zarifçe. Sonra yineledi;
- Sana soruyorum, kimsin ve ne yapıyorsun burada?
- Ben… Ben sadece, sadece arıyordum.

Kaşlarını kaldırıp baktı kız. Süzdü iyice onu. Sonra sanki tanışma aşaması halledilmiş gibi devam etti;

- Altın renginde bir kurbağa. Nasıl göz alıcı, nasıl kusursuz. Yine de bilinmeli ki, sindirilemeyen görkem kendini zehirler.
- Öyle bir durumda olduğumu sanmıyorum. Sen kimsin peki? Diye sordu kurbağa.

Bir süre cevap vermedi kız. Yüksek yatağın kenarına doğru oturarak, ayaklarını sallandırdı öylece. Sanki aşağıda bir deniz varmışçasına suyun izleri ayak hareketlerinde görülebiliyordu. Sonra;

- Dinlemek istiyorum seni, dedi, elini uzatarak.

Kucağına zıpladı. Sol ön bacağını kızın parmaklarından birinin üzerine koydu. Bir süre öylece kaldılar. Evin karanlık bahçesinde sanki gün doğmuş gibi ışıklar süzüldü içeri. Bir esinti, spiraller çizerek yüzlerini yaladı her ikisinin de. Ve sonra kesildi her şey. Kalan, başından beri duyduğu huzurdu yine. Sessizliği, kızın sesi bozdu.

- Uzun bir yol kat etmişsin. Gözlerin çok şey görmüş, yüreğin de öyle. Biliyorsun değil mi, kendine çağırdığın her olayı ve serüveni, kim olduğunu deneyimlemek için yaratırsın.
- Haklısın, dedi kurbağa. Sanırım bunu bildiğim için dayanma gücü buluyorum kendimde.
- Doğru.
- Soruma cevap vermedin. Sen kimsin ve neden yanındayken böyle huzurluyum? Neden her şeyin cevabını bildiğini hissediyorum? Bu bir yanılgı mı yoksa?
- Hayır… Aslında bildiğim her şeyi sen de biliyorsun. Yanımda bunları daha kolay hatırlıyorsun. Hatırladıkların dışında başka gerçek yoktur. Yüreğinin derinlerinden gelen sesin sana söyledikleri dışında her şey yanılsamadır.
- Peki ama o ses kim?
- Sensin. Mutlak olanın parçası olan sen. Sadece o sesi dinlemiş olsan, sana kendinden daha iyi kılavuz olmadığını anlayacaksın.
- Ama kapıldığım akıntıda bunu yapmak her zaman kolay olmuyor. Ölümlü bedenimin ihtiyaçları ile başa çıkmayı bile yeni yeni öğreniyorum.
- Evet, ölümlü olan bedenin… Sen değilsin. Yine de burada bu bedenle olmanın bir amacı var. Ve sen bunu gayet iyi biliyorsun. Bu amaç, her hücrende bir şifre gibi duruyor. Bir gün hepsi çözülecek.
Kısa bir süre hiç konuşmadılar. Bu arada onu süzen kız;
- Ne güzel bir rengin var dedi.
- Evet, bunu çok kez duydum. Yine de bu, zehrimin etkisini azaltmıyor. Onunla burada bulunan herkesi bir anda öldürebileceğimi biliyorsun değil mi?
Kız, biliyorum dercesine başını salladı ve;
- Bu senin yaradılışın. Ağı oluşturan dengelerden sadece bir tanesi. Sen böyle olmasaydın her şey başka olurdu.
- Başka canlıları yiyerek var olmak beni mutsuz ediyor ama buna karşı koyamıyorum. Üstelik yediğim karıncalardan aldıklarımla bu zehri yapıyor, sonra da onu bir silah olarak kullanıyorum. Ben bu değilim. Bu olmamalıyım.
- Biri sana zarar vermezse bunu kullanmazsın değil mi?
- Elbette. Neden yapayım ki bunu.
- Kendini yargılamaya ihtiyacın yok. Minik vücudun içinde, senin savunma sistemin de bu. Ama bir gün olur şu an sahip olduğun bedeninle yapabileceklerinin sonuna gelirsin. Artık onun yapısı, amacına hizmet etmemeye başlar. Ve…
Kurbağa gülümsedi;
- Gerisini biliyorum sanırım.
- Herkes her şeyi bilir. Bazıları görmezden gelir. Sen ise, farkındalığının arttığı ve buna kendini kapatmadığın bir durumdasın. Hiçbir yaşam formunu yok etmeden yaşama isteğin, bunun bir kanıtı.
- Evet. Bu benim doğam da olsa artık böyle yaşamayı seçmeyeceğim.
- Kararlarını sen verirsin. En güzel yanı da bu. Kimse seni seçimlerinden dolayı eleştiremez ve bu oyunda asla kaybedemezsin.
- Bundan pek emin değilim. Öyle yalnız ve çaresiz zamanlarım oldu ki. Öyle büyük yıkımlar gördüm ki. İnsanların hem kendilerine, hem de diğerlerine nasıl acımasız olabildiklerini biliyorum. Karanlıklarda kaldım, bir tek ışık görmeden. Yürüdüm sadece. Bazen burada olmayı, kendime verilmiş bir ceza gibi düşündüm.
- Ne yaşadıysan sen seçtin. Bunu sakın unutma. Her şeyi, en mükemmel haline ulaşmak için yaşadın. Ve en önemlisi, kimse seni cezalandırmadı, cezalandırmayacak da.
Kurbağa, kıza baktı. Gözlerinde huzur, haz ve ışık vardı. Söylediklerinin gerçek olduğunu biliyordu.
- Beni ayakta tutan bir şey vardı dedi kurbağa. Sanki sonsuz mutluluğu veya onun bu dünyadaki yansımalarını deneyimleyeceğim anları önceden hissediyordum hep. Bu bana umut ve güç veriyordu. Her şey sanki olup bitmişti de bana onları seçip yaşamak kalmıştı. Bütün parçalar önüme dökülmüştü, yerlerine koymaya çalışıyordum ama resim bir türlü bitmiyordu. Yine de tamamlanmamış bir şeyler oluyordu hep.
- Tamamlanacak, dedi sakince. Tamamlanana kadar da yolda olacaksın.

Kız yatağa uzandı tekrar. İnce uzun parmaklarıyla havaya görünmez şekiller çizmeye başladı. Yavaş yavaş, uzaklardan gelen bir müzik sardı odayı. Melodisi, içinin boşluklarına değdikçe önce hafif bir sızı, hemen sonrasındaysa bir yaraya sürülen merhemin verdiği rahatlamayı hissettiriyordu. Kızın ağzından müziğe eşlik eden sözler dökülmeye başladı. Daha önce hiç duymadığı bir dildi bu;
- Ahura,kesatiyomna. Juhdumlo dipsulmi mem.
Sözlerin tamamlanmasıyla açık pencereden içeri, eflatun renkli, kendisinin yarı boyunda, şeffaf kanatları ve saydam vücutları olan, uçuşan varlıklar girdi. Ufacık olmalarına rağmen, hareket ederlerken arkalarında kendilerinin renginde yoğun bir iz bırakıyorlar, bu iz, bir çizgi halindeyken birden dağılıyor, etrafı kaplayan bir dumana dönüşüyordu. Renk artık tüm odayı sarmıştı. Hep istediği yerde olduğunu düşündü. Daha ötesinin de olduğunu hissediyordu. Kızdan uzaklaştı yavaşça. Uçan varlıklar etrafını sarmışlardı. Hep birlikte, az önceki melodiyi ve sözleri tekrarlıyorlardı. Onlar tekrarladıkça, zehir, derisinin üzerine çıkmaya başladı. Açık yeşil, duru bir sıvıydı. Havayla uzun süre temas ederse etkisini yitirirdi. Fazla bekleyemezdi. Son bir kez kıza baktı. Şefkati gördü bu defa. Varlığına minnet duydu ve hızlı bir hamleyle dilini kendi derisi üzerinde gezdirip ağzına götürdü. İlk hissettiği, zamanın olmayışıydı. Sonrasında ise her anda ve her yerdeydi.

Yıl 1989’du. Altın kurbağalar Dünya’da bir daha hiç görülmediler.
7 Nisan 2010/Ankara