25 Ağustos 2010 Çarşamba

AN

Sarının ve yeşilin karıştığı dümdüz uzayan vadiye baktı. Geceden kalan kadehlerden birindeki şarabı yudumluyordu. Tadının ne kadar kötü olduğu çok da önemli değildi şu sırada. O sevdiği kekremsi tadı dahi artık alamıyordu. Kadehi kendinden biraz uzaklaştırıp elinde tutmaya devam ederek seyretti. Kim bilir hangi dudak değmişti bu kadehe. Ve kim bilir o kadeh, daha sonra hangi dudağa… Hiçbiri ile ilgilenmiyordu. Tek istediği, indiği derinlikte biraz daha kalabilmekti.
Öğle güneşi iyice yükselmiş olmasına rağmen evde sessizlik hâkimdi. Birazdan, böyle geçen her gecenin ertesinde olduğu gibi geç bir gün başlayacak, yavaş yavaş kendine gelenler, gece olan bitenleri ve hatırladıkları kadarıyla sohbetleri, belki sevişmeleri hızlıca kafalarından geçirecek, yüzlerinde gizli tebessümler belirecek, belki pişmanlıklar hissedilecek ama kimse birbirine dün geceyle ilgili bir yorum yapmayacaktı.
Bir sigara daha yaktı. En azından bir süre içemeyeceğini bilmenin rahatlığıyla. Hep böyle olurdu. Ne zaman bu kadar çok yüklense kendine, vücudu sanki mola ister, o süre içinde de aşırıya kaçtığı her ne varsa onlardan uzak dururdu. Kendini dengelediğini düşünürdü bu sayede. Çok da bilinçli yapmadığı bir şeydi bu. Yine de, bedensel arınma için etkili bir çözümdü.
Odanın duvarlarına baktı… Şarap rengindeki duvarlara… Bu evde kalan herkesten bir parça vardı. Bir buluşma mekânıydı aslında burası. Herkes hayatını farklı yerlerde, farklı hızlarda sürdürürken, o ihtiyaç anı geldiğinde nefes aldıkları, içe döndükleri bir dost mabediydi burası. O yüzden de herkesten bir parça vardı evin her yerinde. Şu Venedik maskelerini Kaan getirmiş olmalıydı. Bodrum evleri şeklindeki mumları Zerrin, eski İstanbul fotoğraflarını Ahmet, Buddha’ya dair ne varsa Süheyla… Yedi kişi bu evin sahibiydi aslında. Mülkiyet Uğur’a ait olmasına rağmen, istedikleri zaman gelip giderlerdi. Evin kullanımı, bakımı konusunda hiç konuşulmasa da görünmez bir anlaşma vardı sanki. Bu konuda hiçbir zaman sıkıntı yaşanmazdı.
Evdeki tek çift Ahmet ve Ayla’ydı. Yaklaşık on senedir birlikte olmalarına rağmen aynı aşkla bakarlardı birbirlerine. Üniversitede tanışmışlar ve bir daha hiç ayrılmamışlardı. Merak ederdi, hiç sıkılmazlar mıydı birbirlerinden. On seneye onlarca ilişki sığdıran biri olarak, onların tekdüze olduklarını düşünürdü bazen. Kimi zaman da gıptayla bakardı onlara. İki farklı insanın birbirlerine bu kadar yıl aynı tutkuyla ve saygıyla bağlı kalabilmelerinin birçok meziyet gerektirdiğini düşünürdü. İflah olmaz bir romantik olmasına karşın, beklentilerinin yüksek oluşu, detaylara bütünden daha çok önem vermesi ve özgürlük tutkusu yüzünden hiçbir ilişkisini tam olarak içine sindirip yaşayamamıştı.
Birini koşulsuz sevmenin nasıl bir şey olduğunu düşündü. Son birkaç aydır tanıdığı o çocuk söylemişti ona bunu. Âşık bir ufaklıktı belki sadece. Yine de sanki, sevmenin ne olduğunu kendisinden daha iyi biliyordu. Senin koşulsuz mutluluğunu istiyorum demişti bir defasında. Benim istediğim şekilde benimle olmasan da, hep hayatımda ol istiyorum, senin elin kolun olayım, dostun, sırdaşın, her şeyin… Varsın olsun sevgilin olmayayım… Başkasıyla olup mutlu olacaksan ona da razıyım demişti. Böylesine bir sevgiyi, birinin hayatında bu şekilde ısrarla var olmayı istemeyi hiç anlayamamıştı. Anlayamadıkça da hep karşısına çıkmıştı.
Bahçeden sesler gelmeye başlamıştı. Geceden kalma keyif erbapları günü bir yerinden nihayet yakalamışlardı. Kahvaltı masasını hazırlayan Ayla’nın mırıldandığı şarkıyı hatırlıyordu. Sabaha karşı defalarca çalınmış, söylenmiş, sarhoş yüzlere hüzün katmıştı.
Koşulsuz sevenleri aslında hep göz ardı ettiği düşündü. Nasılsa hep varlardı. O ne yaparsa yapsın, sevmeye devam ederlerdi onlar. Bıraktığı yerde bulurdu onları. Ne kadar ilgisiz, özensiz davransa da, her çağırdığında gelirlerdi. Kendisinin asla yapmadığı, yapamayacağı şeylerdi bunlar… Sadece birkaç kişi için… Sadece o kadar.
Kadehin boşaldığını fark etti. Dibinde kalan son damlayı da pencereden dışarı savurdu. Ya uyuyacaktı ya da güne devam edecekti. Kızarmış sosislerin kokusuna ve midesinden gelen seslere dayanamayıp aşağıya inmeye karar verdi.
Eski ahşap merdivenlerden inerken, sağ tarafta, duvarlarla aynı renkte, daha önce fark etmediği ufak bir kapı gördü. Yıllardır görmediğine şaşırdı. Belki de kapının önünde bir şeyler vardı eskiden. Bir basamak daha atladı yine de merakla eli kapıya gitti. Bir şarap mahzeni olduğunu düşündü önce. Tereddüt etti açıp açmamakta. Kendini düşündü. Onun için hep birileri de bilinmez kapıları açmayı denemişti. Bir basamak geri gitti bu defa. Küçük bir top gibi olan kolu çevirdi. Bahçeden gelen sesleri duyuyordu. Burayı niye görmemişti ki hiç. Defalarca geçmiş olmalıydı buradan. Kapının yüzeyine dokundu. Ahşap üzerine oyulmuş, spiral dairelerden oluşan küçük bir motif dikkatini çekti. Az önce görmediğine emindi. Yorgunluğuna verdi. Kolu çevirmeye devam etti ama açılmadı. Herhangi bir kilit de göremiyordu. Sadece kolu olan kilitsiz bir kapıydı ve açılmamakta direniyordu. Vazgeçip, bahçeye inmeye karar verdi.
Gün, Toscana’da çoktan başlamış, geceki rüyaların yerini kuş cıvıltıları, ırmağın sesi, havadan sudan sohbetler, çatal bıçak sesleri almıştı. Enerji dolu bir ton takınarak seslendi;
- Herkese günaydııın!!
- Hey, nihayet uyandın prenses, dedi Uğur.
- Uyuyan da kimdi, diye cevap verdi gülerek.

Kahvaltı masası kalabalık, gürültülü ve zengindi. O çok sevdiği peynirler tabaklara sıralanmış, civarın en lezzetli zeytinleri yağ ve baharatlara bulanmıştı. Kiraz domatesler, marmelatlar, meyve suları, çaylar, vazgeçilmez cevizli, patatesli, soğanlı, zeytinli çeşit çeşit ekmekler ve bir de onlara sürülen enfes tereyağlar….

Buraları seviyordu. Yaşadığı ülkeye benzer çok şey vardı. İnsanların sıcaklığı, sohbeti, damak tatları, eğlence anlayışları ile hiç yabancılık çekmiyordu.
- Benzer olanı mı seviyoruz yoksa kendimize yakın olanı mı seçiyoruz, peki o zaman bizden farklı olan ne olacak, onu hiç kabullenmeyecek miyiz, onu hiç içimize katmayacak mıyız? diye sordu herkese bakarak. Kısa bir sessizlik oldu.
Elindeki yarım portakalı havaya kaldırıp bir yerini parmağıyla işaret eden Ahmet;
- Bir bütünün içerisinde bulunduğu noktanın daha uzağındaki noktalar yine bütünün içinde değil mi? Onları ayıran ne? Mesafeler mi? Sana uzaklığı seni ondan uzaklaştırıyor mu? Ya da bulunduğu nokta sana göre farklı bir yönde diye yabancı mı sayılıyor? Bence aynı çemberin içinde herkes bir bütündür ve herkes birbirine tanıdıktır aslında.
- Evet, dedi Süheyla. Senin içinde benden, benim içimde senden bir şeyler var. Birbirimize görünmez ağlarla bağlıyız. Her ne kadar farklı görünsek de.
Barbekü dumanları arasında kaybolmuş Kaan’ın sesi geldi;
- İyi diyorsunuz da, insanoğlu bunu hiç anlayamadı. Yaptıkları tek şey, ayırmak oldu. Dünya haritasına bakın, kaç parçaya bölündüğümüzü görün işte.
- 184 sanırım, dedi Ayla.
Parmesan rendelemekle uğraşan Zerrin, gür kaşlarını kaldırarak, ben 195 biliyordum.
Uğur, bir akademisyen edasıyla;
- Hanımlar beyler, dünya üzerinde bağımsız olan devlet sayısı 222’dir. Bu ülkeler uluslar arası arenada da tanınmaktadırlar.
Kaan maşayı sallayarak;
- Neyse ne, görüyor musunuz bu konuda bile bir birlik sağlayamıyoruz işte, diye bağırarak barbeküye biberleri dizmeye devam etti. Bir zamanlar bir yerlerde, pek çok şeye olan inancını yitirdiği, öfkesinde gizliydi.

Bu defa sessizlik daha uzun sürdü. Arno nehrinde balık tutanların boğuk konuşmaları geliyordu uzaktan. Barbeküden gelen yağ cızırtıları, çatal bıçakların metal şıkırtıları, nereye eseceğini sanki bilemeyen bir rüzgârın hafif uğultusu…
Portakal suyundan bir yudum alıp, konuşmaya devam etti;
- Peki ya zaman, zaman bizi ayırmaz mı? Benden yüzyıllarca önce yaşamış biriyle ne tür bir bağım ve bütünlüğüm olabilir ki?
- Zamanın olmadığını, en azından benim buna inanmadığımı daha önce söylemiştim hepinize sanırım. Her şey şimdinin sonsuz anında olur kuzum, diye cevap verdi Süheyla.
Ona, anlamayan yorgun gözlerle bakarak;
- Off… Bunları düşünmek için yanlış sabahı seçtim belki de, dedi gülerek.
Süheyla, küçücük ama sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi.

Masa, eski gürültüsüne kavuştu birden. Bir süre izledi sadece. Herkes yiyeceklere ve sohbete öyle dalmıştı ki. Onları böyle keyifli görmeyi ne çok sevdiğini düşündü. Bardağını alarak masadan kalktı. Bahçenin en ucuna doğru yürüdü. Ev, bir tepenin üzerine kurulu olduğundan Toscana vadisini ve nehrin bir kısmını göz alabildiğince görüyordu. Günebakan tarlaları, yeryüzüne inen güneş gibi sarmıştı her yeri. Arada gelincikler boy göstermiş, asmalar sıra sıra dizilmiş, kırmızı kiremitli evler, bu manzarada pek nadir olan ağaçların arasına gizlenmişti. Daha yukarılarda kalan tepelerde, etrafı surlarla çevrili şatolar ve eteklerinde üzüm bağları vardı. Ne masalsı bir yer diye geçirdi içinden. Şatoların sivri kulelerine baktı. Zaman yoksa, bunlar neydi? Bunlar varsa ve zaman yoksa biz niye ortaçağ gerçekliğinde değildik o halde? Zaman yoksa, o insanlar neredeydi şu an? Zaman yoksa… Yeter, dercesine başını iki yana salladı. Masaya doğru geri döndü.
- Hey, çocuklar! Ben biraz uzanacağım.
- Ama bir şey yemedin ki minik sincabım, dedi Zerrin.
- Uyandığımda yerim tatlım, diye cevap verdi.

Herkese el sallayıp, içeri girdi. Odasına giden merdivenleri çıkarken bu defa solunda kalan kapıyı gördü yine. Tuhaf olan, tam ortasında yer alan o motifin olmayışıydı. Tam burada görmüştüm diye düşünüp yüzeye dokunduğunda motif yine belirdi. Hayretle aniden elini çekti. Spiral yine kayboldu. Bu da neydi böyle. Aşağıdakileri çağırıp bunu paylaşmalıydı. Merdivenlerden bahçeye seslendi;
- Süheylaaa!!! Süheylaaaa!
- Evet canım?
- Buraya gelin, size göstereceğim bir şey var. Çabuk olun ama…
- Tamam… Geliyoruz az sonra, dedi Süheyla ve yanındaki ile konuşmaya devam etti.

Merdivenlere oturarak, kapının bu defa farklı bir yerine dokundu. Aynı motif yine belirdi. Elini çektiğinde kayboluyordu. İki eliyle ve hızla tüm kapıya dokunmaya başladı. Dokunduğu her yerde aynı motif oluşuyordu. Her bir parmağını farklı noktalara koydu. Şekiller yine belirdi. Her birinin arasında çok ince ama çok net çizgiler de vardı. Hepsi birbirine bağlıydı. Aşağıya tekrar seslendi.
- Süheylaaa, Kaan, hadi ama…

Bu defa cevap gelmedi. Sohbet iyice hararetlenmiş olmalıydı. Kapıdan uzaklaştı. Merdivenlerden ineceği sırada son bir kez daha kolu çevirdi. Yine açılmadı. Hafif bir kızgınlıkla farkında olmadan kolu kendine doğru çekti. Bir ‘tık’ sesi ve işte kapı açıktı. İçeriye doğru başını uzattı. Bu kadar küçük bir giriş için içerisi hayli geniş ve aydınlık görünüyordu. Merdivenlerle inilen odanın ufak bir de penceresi vardı. Buranın varlığından Uğur’un bile haberi olmadığına emindi. Başını eğerek, kapıdan içeriye yöneldi. 7-8 basamaktan oluşan merdivenlerin sonunda durup odaya baktı. Beyaz duvarlar, yerde beyaz bir halı, onun üzerine atılmış birkaç şey ve metal bir sandık. Son basamağı da atlayıp odaya girdi. Pencereye doğru yürüdü. Bu cephede vadinin arka tarafı olmalıydı. Ama gördüğü şey, yine sadece beyaz bir odaydı. ‘Ama nasıl? Nasıl olur da bir ışık kaynağı olmaksızın birbirine bakan iki oda böylesine aydınlık olabilir?’ diye düşündü. Tedirgindi. Bu kadar beyaz fazla gelmiş, boğulmaya başlamıştı. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Telaşla merdivenleri geri çıktı. Kapı, bıraktığı gibi aralıktı. Kendini diğer tarafa attı çabucak. Gözlerini kapatıp derin bir ‘oh’ çekti. Rahatlaması kısa sürdü. Bahçeden gelen sesler olmalıydı ama hâlâ sessizlik vardı. Korkarak gözlerini açtı. Yine beyaz odada, halının üzerindeydi. Sanki merdivenlerden hiç çıkmamış gibi, sanki kapıdan kendini dışarı atmamış gibi. Tekrar merdivenlere koştu, aralık kapıyı itip dışarı çıktı. Yine aynı yerdeydi. Sanki zaman içinde belli bir an, sonsuz kere yaşanıyordu. Bir kere daha denedi ve bir kere daha. Yorulmuştu. Gözlerinde yaşlarla halının üzerine uzandı. Kendini toparlamalıydı. Buradan çıkmanın elbet bir yolu vardı. İç çekişleri, derin nefeslere dönüştü. Doğruldu. Yanı başında duran, rastgele atılmış eşyalara baktı. Bir kurşun kalem, Ortaçağ köylülerinin giydiğine benzer bir kadın elbisesi, bir dalgıç maskesi, bir çift gece mavisi Louboutin ayakkabı, ki bunları geçen ay bir dergide yeni modeller arasında gördüğüne yemin edebilirdi, bir oğlan çocuğuna aitmiş gibi duran ekose desenli eski, küçük bir kasket, kırmızı sarı ufak taşlarla çevrili tel bir bilezik, filmlerdeki biyonik adamlarınkine benzer bir el… Bunlar da neyin nesiydi? Tek bir insana ait olamayacak kadar birbirinden farklılardı. Odanın bir köşesinde duran sandığı gördü. Yavaşça oraya doğru yürüdü. Tek düşündüğü ufak bir çıkış umuduydu. Kısa bir süre önce oturduğu kahvaltı masasında olmak için neler vermezdi. Sandık, tamamen gümüşten yapılmıştı. Üzerinde, küçük kapıda gördüğü spiral motif vardı. Hiçbir kilit görünmüyordu. Hafifçe kapağı araladı. Biraz daha kaldırmaya çalıştı ama olmadı. Aralıktan içeriye baktı. Sadece karanlık vardı. Sandığın menteşelerinin olduğu yere, arka tarafına geçti. Kapağı yukarı aşağı oynatmaya çalıştı. Değişiklik olmadı. Tam vazgeçecekken, menteşelerin hemen altında silik bir yazı gördü. Saliseler içinde bağlantıyı kurdu. Halının üzerindeki eşyalara ve sonra kendi üzerine baktı. Bu nasıl bir oyundu böyle. Yine de mantık sınırları içinde düşünecek durumda değildi. Aceleyle boynundaki fuları çözdü ve halıya bıraktı. Sonra hemen dönüp kapağa yüklendi ama kıpırdamadı. Neyi yanlış yapıyorum diye mırıldandı. Yazıyı tekrar okudu. ‘Odaya kendinden bir armağan bırak’. Kendinden… Bu kelimeyi tekrarladı hafifçe. Şu anda üzerinde olup da onun için en değerli olan şeyi düşündü. Hemen saçındaki kahverengi ve sarı üç adet taşla süslenmiş ince tel tokayı çıkardı. Bu tokayı çok severek bir çift olarak almış, sonra birini kaybetmiş ama diğerini o günden sonra gözü gibi korumuştu. Tokayı halıya doğru atar atmaz sandığın kapağı kendiliğinden geriye doğru düştü. Telaşla sandığa doğru eğildiğinde, daha ne olduğunu bile anlayamadan bir kasırganın içine girmiş gibi süratle çekilmeye başladı. Karanlık bir tüneldeydi şimdi. Farklı katmanlardan geçtiğini hissediyor, kulakları uğulduyor, arada karşılaştığı ışıklı cisimlerden gözleri kamaşıyordu. Saniyeler süren yolculuğun sonrasında yumuşak bir zemine düştü. Burası büyük bir yataktı. Dört köşesinden yükselen uzun ahşap direkleri vardı. Bu odayı tanıyordu. Bu evde yaşıyordu. Üzerindeki güpürlü, yeşil geceliğe baktı. Bunu da tanıyordu. Kalktı, yatağın yanındaki açık pencereden başını uzattı. Vadi uzayıp gidiyordu. Neler olduğunu hatırlasa da kendini tedirgin hissetmedi. Burası da onun eviydi. Az önceki telaşından ve korkusundan hiçbir iz kalmamıştı. Üstelik bugün Federico dönecekti. Büyük ahşap kapıya iki kez hafifçe vuruldu. O olmalıydı. Sevinçle kapıya seğirtti. Karşısındaydı işte. Üzerine yıldızların serpiştirildiği gece gibi siyah ve parlak dalgalı saçları, vadinin yeşilini kıskandıran gözleri, yüzünün hafif keskin hatları, tutku ve güveni aynı anda veren bakışlarıyla, koşulsuz sevdiği adam oradaydı. Gözlerine baktı. Onu kaybederse, bir daha kimseyi böyle sevemeyeceğini düşündü. Sımsıkı kucaklaştılar. Büyük bir özlemle birbirlerin yüzünü, boynunu, dudaklarını öpüyorlardı. Federico onu kucağına alarak odanın ortasında döndürmeye başladı. Çok ama çok mutluydular. Bu an hiç bitmesin istedi ama aniden yine o karanlık tünelin içine çekildiğini ve yükselmeye başladığını hissetti. Aşağıya doğru baktığında o mutlu iki insanı odanın içinde dönmeye devam ederken gördü. Önce gülümseyerek ve özlemle izledi. Görüntü gittikçe küçüldü ve sonra kayboldu. Gözyaşları da öyle.
Kahkahalar atıyordu yere düştüğünde. Bir sarmaşığın dalına sımsıkı tutunmuş, kendini yerden kaldırmaya çalışıyordu. Bir yandan gülüyor, güldükçe tekrar yere yıkılıyordu. Etrafında, onunla birlikte gülen arkadaşları vardı. Yedi ya da sekiz yaşlarında olmalıydılar, üzerlerinde çok ince bir kumaştan yapılmış sarı, kısa elbiseler vardı. Aslında elbise bile denemezdi; tek bir omuzda, güneş şeklinde altın bir tokayla toplanmış çok ince tüllerdi bunlar. Yerinden kalktı. Bir çocuktu. Burada, evindeydi yine. Ayağa kalktı. İçinde tarifsiz bir neşe vardı. Tüm hücreleri bu neşeyle doluyor, fışkırıyor, sonra tekrar doluyordu. Her nefes alışında varlığı kutsanıyordu sanki. İçinde bulundukları orman, dev turuncu ve yeşil ağaçlar, bir tüy gibi yumuşak beyaz otlardan oluşuyordu. Göğe doğru bakınca turuncu güneşi gördü. Tebessüm etti ona. Sonra diğerleriyle beraber, turkuaz renkli göle daldılar. Kahkahaları, suyun sesine karıştı. Gölün içindeki rengarenk binlerce canlıyı keyifle seyre dalmışken yine o karanlık tünele girdi, sürükleniyordu.

Birden gözünün alamayacağı kadar parlak bir ışık kapladı her yeri. Gözlerini kapattı. Özlediği birine sarılırken ya da sıcak huzurlu bir kucaktayken gibi hissetti. Etrafına bakınmak istedi ama ışığın şiddetinden gözlerini açması mümkün değildi. Yavaş yavaş gevşemeye başladı. Artık görmek önemli değildi. Bir süre öylece kaldı. Mükemmel bir dinginlik halindeydi artık. Hiçbir kaygı yoktu içinde. Burada sonsuza dek kalabilirdi.

Başkasına ait gibi olsa da, içinden gelen bir ses duyar gibi oldu. Sanki biri bedenini ele geçirmiş, onunla konuşmaya çalışıyordu:
- Kısa gezintimizi sevdin mi bakalım?
Şefkatle konuşan bu sakin sese cevap vermemek olası değildi. Şaşkınlık duygusunu sandığa sürüklendiği an kaybetmişti zaten. Çok yakın olduğu bir dostuna cevap verir kadar rahattı.
- Evet. Artık korkmuyorum. Gerçek şu ki, o odaya girdiğime memnunum şimdi.
- Sevindim. Gittiğin her iki yerde de aslında hep orada olduğunu anladın sanırım. Bu şekilde sonsuz sayıda an var. Ve sen, her an, her yerdesin.
- Zamanın var olmadığını mı söylüyorsun bana?
- Hatırladığın ‘geçmiş’ ve göreceğin ‘gelecek’, Şimdi olan’dır.
- Anlamak istiyorum; şu anda hem Federico’ya sarılıyor, hem göle dalıyor, hem de bir kahvaltı masasında oturuyor olabilir miyim?
- Aynen öyle. Her zaman keskin bir zekân olmuştur zaten.
Bu cümleyi duyunca gözlerini bir an merakla açmayı denedi ama keskin ışığa dayanması mümkün değildi. Yine sesi duydu.
- Nasıl olduğunu merak ediyorsun. Anlatayım. Gördüklerin uzak geçmiş ya da gelecekte olmuyor. Yaşadığın, sadece fiziksel mesafe. İşte zaman illüzyonu bu. Bir gün hepiniz zaman ve mekânın aynı şey olduğunu göreceksiniz. O zaman da her şeyin şimdi ve burada olduğunu fark edeceksiniz.
- Çılgınca, diye fısıldadı.
- Söylediklerimi anladığınızda, gördüğünüz hiçbir şeyin gerçek olmadığını da bileceksiniz. Aslında her defasında daha önceki bir olayın ‘görüntü’sünü görüyorsunuz. Hatta bu bile sizin yorumlayarak oluşturduğunuz bir şey.
- An’ı görmek mümkün değil mi diyorsun?
- Evet. An, olur ve ışığa dönüşür. O size ulaşana kadar da hayat ilerlemeye devam eder. Sonra size gelen şey, artık o an gördüğünüz şey değildir. Sizse onu şimdi gördüğünüzü zannedersiniz.
- İnanılmaz, inanılmaz. Döndüğümde bu öğrendiklerimi hatırlayacak mıyım?
- Zaten sende olanı hatırlamak senin elinde. Şu anda yaptığın da bu. Şimdi git. Hangi an’da olmak istiyorsan oraya. Sonsuz an içerisinde tüm olasılıklar senin.

Birden, gözkapaklarından içeri girmeye çalışan ışık kayboldu. Tünel karardı yine ve dönmeye başladı. Kendini seslenirken buldu.

- Süheylaaa, Kaan, hadi ama…

Ahşap merdivenlerdeydi. Kapının önünde. Buradaydı. Yine evinde. Gülümsedi.

10 Mayıs 2010 (mu acaba?)