1 Temmuz 2010 Perşembe

YOLDA

Uçak, De Gaulle Havaalanı’ndan kalkalı bir saatten fazla olmuştu. Arvin, hostesin uzattığı kahveyi aldı. Birkaç yudumda bitirdi. Uzun bir yolculuk olacaktı. Dünün uykusuzluğu hala üzerindeydi. Ama düşünceleri, dinlenmesine izin vermiyordu. Gece ansızın çalan telefondan sonra her şey allak bullak olmuştu. Kilometrelerce uzaktan gelen donuk bir ses, çok uzun zamandır görmediği biri adına arıyordu onu. Telefonu kapattıktan sonra, yaptığı konuşmanın rüya olup olmadığını anlamak için, bir süre geçmesi gerekmişti. Kendine geldiğindeyse yaptığı şey, Texas’a giden ilk uçakta yer ayırtmak oldu. O saatten beri, nehir manzaralı salonunda bir aşağı bir yukarı dolanıp durmuştu. Ve şimdi buradaydı. Yolda... Yıllar sonra O’na giden yolda. Ülkesini terk edip Avrupa’da yaşamaya karar verdiği o uzun yıllardan sonra. Başını geriye yaslayıp gözlerini kapatmaya çalıştı. Mümkün değildi uyumak.

Anonsla irkildi:

- Sayın yolcularımız, az sonra Frankfurt havaalanına inmiş olacağız. Chicago’ya devam edecek yolcularımızın 5 numaralı kapıdan geçmeleri rica olunur.

Pencereye doğru bakarak:

- Yere inmek ve tekrar yükselmek, yere inmek ve tekrar yükselmek... diye mırıldandı. Kendisine bir şey söylendiğini sanan yandaki yaşlı adam:

- Afedersiniz, anlayamadım?

- Özür dilerim. Size söylememiştim. Sesli düşünüyordum da. Biraz gerginim sanırım.

Adam acıyla karışık gülümsedi ve kitabına dönerek:

- Victor Hugo, dedi yavaşça. Bir toplum, yaşatıcı olduğu kadar öldürücü de olabiliyor.

Arvin şaşkınlıkla adama baktı önce. Ve nice sonra o da buruk bir şekilde gülümsedi.

Yaklaşık yarım saat sonra ikinci uçaktaki yerindeydi. Öyle acele çıkmıştı ki evden. Pasaport, cüzdan, telefon ve kafasındaki binlerce düşünceden başka bir şey almamıştı yanına. Bir de Earlena’nın 15 yıl önce çekilmiş bir fotoğrafı vardı cebinde. Hepsi bu... Olanları kabul etmekte hâlâ zorlanıyordu. Tüm bunlar, onun için artık çok yeni ve anlaşılmazdı. Hele yıllarca Avrupa’nın kapalı ve kendince korunaklı dünyasında yaşamaya alıştıktan sonra. Oysa Paris’e kayıp ruhunu bulmaya gelmişti. Oysa Paris sadece edebiyat, müzik, yemek ve öğrencileriyle, bir kar küresi şehri olmaktan öteye gidememişti onun için. Huzurluydu ancak yaşamın kendisinden uzak olduğunu hissediyordu. Coşku, tutku ve cesaret yoktu artık. Düzenli, istikrarlı ve beklentisiz geçen yıllardı. Bu uçağa bindiğinden beri ilk kez bakıyordu kendine dışardan. Ama şu an tüm bunların önemi yoktu. Tek önemli olan, yıllar önce zaten yitirdiği kadının, bu geceden sonra varlığını bir daha artık hiç hissedemeyecek olmasıydı. Ne yapmıştı böyle Earlena? Nasıl yapabilmişti? Onu bu noktaya neler getirmişti? Bir zamanlar her anını birlikte geçirdiği o kadının düşünceleri, şimdi o kadar uzaktı ki... Anıların arasında rengini yitirmiş görünen mor bir menekşe geldi gözünün önüne.

- Yemeğiniz efendim, diyerek plastik tepsiyi uzattı hostes.

- Teşekkürler...

Tam uzaklaşırken,

- Biraz şarap alabilir miyim lütfen, diye seslendi arkasından.

Kırmızı şarap iyi gelmişti sanki. Görüntüler, duygular raflardan çıkıyordu yavaş yavaş. Geçmişine dair ne çok şeyi yaşanmamış gibi saymıştı hep. Aslında mücadeleyi reddetmişti yalnızca. Sıkıldığı zaman hep kaçmaz mıydı zaten. Ama bunun o yıllardaki ismi, ideallerinin peşinde koşmak, kendini keşfe çıkmaktı. Bugünse, böyle mi dönecekti geriye, bu sebeple mi çağırılacaktı bir gün. İnanılmazdı her şey, kesinlikle inanılmaz.

Telefondaki ses, sabah 4’ ten önce orada olması gerektiğini söylemişti. Sabaha kadar uyumadıkları geceler geldi aklına. Sevişerek, film izleyerek, dans ederek veya bazen sadece konuşarak geçirdikleri geceler. Earlena beklenmeyeni yapmakta usta olmuştu hep. Şaşırtırdı daima onu. Sessiz, hatta sakin ama tanıdığı en çılgın insanlardan biriydi. Bazen deli bir bakış gördüğünü sanırdı gözlerinde. Hemen sonra silinirdi. – Arvin! derdi bazen. – Evet canım? Dediğinde aldığı cevap hep aynıydı: - Hiiç, sadece adını söylemek istedim. Sana seslenmek hoşuma gidiyor.

Ve gülerdi. Sımsıcak... İşte o anlarda gülümsemesinin içinden geçen kaygıyı da görürdü hep. Anlamını hiç bilemediği, sormaya hiç cesaret edemediği o ifadeyi.

Koltuğun üstündeki ekrana kaydı bakışları birden. Bir yol haritasıydı bu. Varacakları ve o anda bulundukları noktaları gösteriyordu. Her dakika, çizginin ilerlemesiyle yaklaştırıyordu onu, gözü kapalı ayrıldığı ülkeye ve son defa gözlerinin içine bile bakamadan bıraktığı kadına.

Uyumalıyım biraz, diye düşündü. En azından denemeliyim, onu gördüğümde bitkin olmamalıyım diyerek daldı. Ne kadar zaman geçtiğini anlamaksızın aniden gözlerini açtığında, bir süre nerede olduğunu anlamakta zorlandı. Bir saate yakın uyumuş olmalıydı ama kendini daha da sersemlemiş ve yorgun hissettirmekten başka bir işe yaramamıştı. Uçağın inmesine az bir süre kalmıştı. Bir kahve daha istedi. Saatine baktı. İlk kez yetişme kaygısı duydu içinde. Ya bir gecikme olursa diye endişelendi. Niye son anda aranmıştı ki? Onu gördüğünde ne söyleyecekti? Ne hissedecekti? Bunca yılı onsuz nasıl geçirdiğini mi düşünecekti yoksa onu bir daha asla göremeyeceğini mi? Peki ya o? O ne haldeydi acaba? Neler düşünüyordu? Neden Arvin’i istemişti? Her şey o kadar karışık ama bir o kadar da kısa süreli olacaktı ki...Pilotun anonsuyla düşünceleri yine bölündü: –..........iniş için lütfen kemerlerinizi bağlayın.....

Nihayet ona ulaşacağı son uçaktaydı. Rötarlı olarak kalkan bu son sefer, Texas’a, anlamının dostluk olduğu, doğduğu çıplak vadilere götürüyordu onu. Fırtınaların, kuraklığın, kasırgaların topraklarına. Gençliğinin düzlüklerine. Earlena’nın güneşinin doğduğu ovalara. İndiklerinde saatin kaç olacağını düşündü. Kalkıştaki gecikme sıkıntı yaratabilirdi. Bir an önce inip tabana kuvvet koşmak istedi o an. Yanındakilere baktı. Genç bir kız ve yaşlı bir kadın oturuyordu. Oldukça dinç görünüyorlardı sabahın bu erken saatlerinde. Kendi yorgunluğunu da unutmuştu artık. Saatine tekrar baktı, umarım yetişebilirim diye geçirdi içinden. Telaşlanmamalıydı, daha vakti vardı. Önündeki dergiye uzandı. Öylesine çevirdi sayfaları. Saate tekrar baktı. Servis düğmesine bastı. Kısa bir süre sonra gelen hostese:

- Afedersiniz, tam olarak kaçta inmiş olacağız?

- Austin Havaalanı için yarım saatimiz var beyefendi.

- Teşekkürler, teşekkürler.

Aşağıya doğru baktı. Düzlükler uzanıp gidiyordu altında. Pek yakında bir yerlerdeydi artık başak sarısı Earlena. Saat 2’ye geliyordu. İndikten sonra 1 saatlik yolu daha vardı. Gözlerini kapadı.

Saatler sonra eli, cebindeki o eski fotoğrafı sımsıkı tutmuş yürüyordu artık. Gecikmişti.4.30’a yaklaşıyordu. Elektrikli tellerle çevrili avluya baktı. Telaşla kimlik kontrolünün yapıldığı kapıya doğru yöneldi. Görevliye:

- İyi sabahlar, ismim Arvin Bristow. Bayan Earlena Cattrall için gelmiştim.

Uzun boylu ve boyunlu, konuşma tembeli görevli yüzüne tuhafça baktı.

- Burada bekler misiniz biraz lütfen.

Geçirdiği en uzun beş dakikaydı. Kafasının içindekiler birer toz bulutu haline gelmiş, büyük bir kasırgaya dönüşüp her şeyi toplayıp götürüyordu sanki. Lacivert giysili, iri, sert bakışlı adam yanına yaklaştı. Bir süre, bir şey söylemeden bekledi. Sonra bakışları yumuşadı. Gözleri önüne düştü. Tek bir cümleydi Arvin’in son duyabildiği:

- Bay Bristow, üzgünüm, infaz yarım saat önce gerçekleşti.

2008/Ankara