8 Temmuz 2010 Perşembe

ŞAL

- Hanımefendi, uyanın. Yeni yolcularımız geldi. Bayan, lütfen uyanır mısınız?

Nerede olduğumu hatırlamakta zorlandım bir an. Çok uzun sürmedi. İki koltuk boyunca kıvrılıp yattığım yerden kalkıp kendime ait olan koltuğa oturup, bana seslenen görevliye ve yanıma gelen yolcuya bakmadan yüzümü cama dayadım. Yine kapattım gözlerimi. Aslında artık uyumuyor, sadece hatırlıyordum. Biner binmez uyumuştum. Düşünmemek için sadece. Daha fazla ağlamamak için… Üzerimdeki yün, siyah şalı boğazıma kadar çektim. Sarıldım ona. Anneminmiş bu.

Gözlerimi açtım hafifçe. Gecenin karanlığında camdaki yansımamda bile belli olan akan makyajımla ve şiş yüzümle karşılaştım… Ne hale gelmiştim böyle. Ben…

Yaşamındaki anların kontrolü başkalarında olan, buna karşı çıkmaya cesareti veya gücü olmayan kadınlar vardır. İçlerinde hep bir burukluk, hep bir eksiklik, bitmez bir iç sızısı yer eder. Bakışlarında görürsünüz bunu. Ama durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmazlar. Ne zaman yolun bir yerinde yorulmuş, yılmışlardır bunu ise asla bilemezsiniz. Hiçbir zaman o mücadele, o karşı çıkış halindeyken kesişmemişsinizdir onlarla. Belki hiç olmamıştır bu ama yine de tuhaf bir şekilde sizde uyandırdıkları his, bir zamanlar bir yerlerde savaş meydanına çıktıklarıdır. Yine de o an gördüğünüz, sözüm ona başkaldırılarının bile yenilgiyle sonuçlandığının bir resmidir. Oldum olası acımış, üzülmüşümdür bu tip kadınlara. İçten içe onlar gibi olmamanın bana göre haklı gururunu yaşamış, onların çaresiz, zavallı duruşları kendimi daha güçlü görmeme yol açmıştır. Öyle ya, insan dediğin, hele hele kadın dediğin tuttuğunu koparmalı, ne isterse yapabilmeli. Tek bir doğru vardır ya sanki. Ve herkes buna göre yaşamalıdır ya… Peki ya şimdi ben, nasıl bu kadınların yüzünü görüyordum kendimde.

Durduk… Durmuşuz. Nice sonra fark ettim. Yine bir istasyon, yine yeni yolcular. Yol arkadaşıma baktım. Başı bir yana düşmüş, hafifçe hırlayarak uyuyor. İşte, bu… Kim olursan ol, uyursun, yemek yersin, tuvalete gidersin… Ayrı görünsek de aynıyız.

Uykum kaçtı. Ayağımın altında duran çantama yöneldim isteksizce. Elimin aradığı telefonum oldu ilk önce. Hiç kimse aramamıştı. Bir zamanlar benim için şaşırtıcı olan bu durumu yadırgamadım hiç. Usulca yerine koydum. Saate baktım. Sabahın 3’ünü gösteriyordu. Yaklaşık dört saatim daha vardı. Yerimden kalktım, şalı koltuğuma bırakıp, yanımdakinin ön koltuğa doğru uzattığı bacaklarının üzerinden ustaca bir hamleyle atladım. Yürüdüm vagon boyunca. Sağlı sollu koltuklarda, kimi uyuyan, kimi düşünen, kimi okuyan insanlara bakarak. Kapının düğmesine bastım, tıslayarak ve gürültüyle açıldı. Daha kaç vagon geçtim böyle bilmem. Nereye gideceğini bildiğin zaman saymıyorsun böyle şeyleri.

Oturdum boş masalardan birine. Dünden beri bir şey yemediğimi hatırlayıp, bir şeyler ısmarladım. Kimseye fark ettirmeden, masanın altına doğru eğilip, kocaman çantamın içinde kaybolarak akan makyajımı temizledim. Keşke kızarmış gözlerim için de yapabileceğim bir şey olsaydı.

Karşımda yorgun ama keyifli yüzler vardı. Bir süre göz ucuyla insanları izledim. Onlara dair kurduğum hikâyelerin içinde tam kaybolmuşken, ‘oturabilir miyim’ diyen zarif ve ince bir kadın sesiyle masaya döndüm yine. Yanıt alamayınca cümlesini tekrarladı:

- Merhaba, oturabilir miyim kızım?

- Aa, affedersiniz, tabi buyurun.

- Teşekkürler, dedi hafifçe ama içten bir tebessümle.

Tanımadığım insanlarla bazen olmadık bir samimiyete girerdim, bazen de aman ne olur bana ilişmesin deyip elinden geldiğince kaçardım sohbetten. Şu an iki durumda da değildim sanki. Yine de elim çantama doğru uzandı ve aylardır bitirmekte zorlandığım kitabı çekti çıkardı. Kaldığım yeri bulup, kitaba diktim gözümü. Okumuyor ya da okusam dahi kendimi vermekte zorlandığımdan, anlamıyordum. Meşgul görüntüm amacına ulaşmış, karşımdaki kadın, camdan dışarıyı seyretmeye dalmıştı. Bir süre sonra göz ucuyla onu incelerken buldum kendimi. Açık kumral dalgalı saçları hafifçe toplanmıştı. Yer yer beyazlar seçiliyordu. Yeşil gözleri, altın sarısı metal çerçevenin camlarının ardından dalgın ama huzurlu bakıyordu. İlk bakışta göremediğiniz ama sonra sonra içinize işleyen yılların eskitemediği, yıpratamadığı bir güzelliği vardı. Yüzünün her detayına, bakışına, vücudunun duruşuna, öyle dengeli dağılmıştı ki bu güzellik, kusursuz bir bütün oluşturuyorlardı. Üzerinde tozpembe ipek bir gömlek vardı. Başını cama dayayıp yavaşça kapattı gözlerini. Belli ki o da çok yorgundu.

- Pardon hanımefendi. Yemekleriniz…

Elinde kocaman bir tepsiyle, sabahın bu saatinde hala itinayla servis yapmaya çalışan garsonla göz göze geldik. Elindekileri usulca bırakıp, başka bir şey isteyip istemediğimi sordu. Teşekkür ettim. Garson, kadının uyuduğunu görmüş olmalı ki, ona bir şey sormadı ve dönüp gitti. Önümdeki yemeğe baktım iştahla. Günlerdir ne yediğimin farkında bile değildim. 10 dakika içinde ne varsa silip süpürmüştüm. Ne gariptir şu beden. Sen ne yaşarsan yaşa, o da kendini yaşatmak için akıl almaz bir mücadeleye girer. Çoğunlukla pes edersin sonunda.

Kadına baktım yine. Kapalıydı gözleri hala. Garip bir enerjisi vardı. Masaya oturduğu andan itibaren hissetmiştim bunu. Bir anda son günlerde olanları düşünmez olmuş, ateşli bir hastalıktan çıkmış gibi kendimi iştahla yemeğe vermiştim.

Kitabı tekrar açtım. Kararlıydım bu defa bu bölümü bitirmeye.

- Kızım, benim için bir bardak su isteyebilir misin?

- Elbette. Garson! Bakar mısınız? Su alabilir miyim?

Uyanmıştı. Belki de hiç uyumamıştı. Bana teşekkür edip, gelen suyu içti ağır ağır.

- Çok okurdum bir zamanlar, diyerek elimdeki kitaba baktı.

- Ah, evet, bende dedim. Ama artık ayda, bir kitap bitirirsem iyi sayıyorum kendimi.

- Böyle düşünmek için fazla genç değil misiniz? dedi gülümseyerek. Ya da çok yoğun olmalısınız. Okumanın keyfine varan biri bundan çok zor vazgeçer.

Anlattım ona, genç yaşıma rağmen yılların üzerimde bıraktığı yorgunluğu ve son zamanlarda yaşadıklarımı. Tanımadığın birine anlatmak iyi gelir derler ya, bu ondan da iyiydi. Öyle sakin ama bir o kadar dikkatle dinliyordu ki. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak istercesine. Mimikleri yerli yerinde kullanıyor ama anlatımımın bundan etkilenmemesi için ölçülü tutuyordu onları. Tüm zerafetine rağmen sıcaktı. Uzun zamandır unutmuş olduğum, uzun zamandır yaşamadığım bir sıcaklığı vardı.

- Peki ya aileniz? Onlar neredeydi bu süreçte?

- Yolun bir yerinde ayrıldık işte. Herkesin tamamlaması gereken bir yolu vardır, kim olduğunu anlamak için. Onların da artık burada yapacakları daha fazla şey kalmamış olmalı ki gittiler…

Büyük bir bilgelikle baktı yüzüme. Haklısın dercesine başını hafifçe salladı. Pek konuşmuyor, ufak ama yerinde sorularla beni konuşturup dinliyordu. Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Cebimden müzik çalarımı çıkardım. Sevdiğim bir filmin, onlarca dile çevrilmiş o hüzünlü şarkısını buldum. Hiç tanımadığım insanları, görmediğim kentleri, yaşamadığım aşkları hayal edip ağlardım bu şarkıda. Ne garip, insan bilmediğini özler mi? Özlüyormuş işte.

- Siz de dinler misiniz?

Uzattığım kulaklığı gülümseyerek alıp taktı. Melodiyi duyar duymaz kaşları kalkıp, dudakları muzipçe birleşti. Yüzünü hasret dolu bir bakış kapladı.

-Çok severim bu şarkıyı.

Gözlerimin içine baktı. Şefkatle ve sevgiyle. O an öyle bir şey oldu ki, içimdeki gücü, sevgiyi, huzuru, barışı, uyumu, dengeyi ve güveni bir anda geri kazandım. Olanı hatırladım belki de.

Soğuk rayların üzerine güneş vurmaya başlamıştı artık. Bizden başka bir adam daha vardı vagonda. O da masanın üzerine başını dayamış, derin bir uykudaydı. Garip bir duygu kapladı içimi. Olmadığım kadar iyiydim onunlayken. Şimdi fark ediyordum bunu. Ama yolumuz az kalmıştı ve ineceği istasyondan sonra belki karşılaşmayacaktık bile bir daha. Bu kaygıyla olsa gerek, nihayet onun hakkında bir şeyler sormak istedim. Bir yandan bencilliğimden de utanmıştım.

- Siz, siz nerede… diye başladığım cümlem yarım kaldı. Başı soğuk camda, yine uykuya dalmıştı. Bir cennet olduğunu bilseydim, onun uyurken orada olduğuna kalıbımı basardım.

Ben de kapadım gözlerimi.

Rüyamda sevdiğim bir arkadaşımla yürüyorduk bir vadide. Bir tepeye çıktık. Yeşilin ve sarının tüm tonları vardı. Alabildiğine geniş düzlüklerde uzanan ayçiçeği tarlaları ve uzaklarda sakin, mutlu köylerin siluetleri vardı. Yürümeye devam ettik ağır ağır. Bir süre sonra ayaklarımın yerden kesildiğini fark ettim. İlerliyordum ama adımlarım boşluktaydı. Korkmadım ama şaşkınlıkla, toprağa basarak yürümeye devam eden arkadaşıma dönüp baktım. Gayet normal bir ifade vardı yüzünde. Sanki böyle olduğunu daha önceden biliyor ve bunca zamandır benim de fark etmemi bekliyor gibiydi. Devam ettim. Biraz daha yükseldim. Yükselip alçalıyor, arada toprağa değiyor ama hiç durmadan yürüyordum. Bunu kontrol etmeye başladıkça daha keyifli hale geliyordu. Yüzümde koca bir gülümseme olduğunu hissedebiliyordum.

- Hanımefendi, son istasyon.

Gözlerimi araladım, tamam dercesine başımı salladım. Hâlâ gülümsüyordum. Birden karşımda olmadığını fark ettim. Etrafıma baktım. Yoktu. Önceki istasyonlardan birinde inmiş olmalıydı. Onu yine görebileceğimi umarak garsona seslendim:

- Bakar mısınız? Benimle oturan hanım nerede indi acaba?

- Hangi hanım?

- Burada tüm gece sohbet ettiğim hanım. Hatırlamıyor musunuz onu?

- Anlayamadım kusura bakmayın. Siz burada hep yalnızdınız.

Daha fazla üstelemedim. Teşekkür ettim. Uzaklaşırken, birkaç kez dönüp baktı bana.

Bir an bile tereddüt etmedim. Garsonla konuşurken üzerimdeki siyah şalın sıcaklığını hissediyordum.

2009